NEDEN OKUNMALI? Harvard Üniversitesi’nden iki genç bilim insanı kovid-19 ve çevre sorunları arasındaki sıkı ilişki üzerine yoğunlaştı. “Şu anda ele alınması gereken daha acil sorunlar olsa da SARS-CoV-2’nin nereden geldiğinin kapsamlı bir biçimde anlaşılması gerekiyor. Bunu anlamak için, çevre krizini bir bütün olarak ele almalıyız. Çünkü tükenişten iklim değişikliğine kadar, her yönüyle daha fazla hastalık üretme potansiyeline sahip.”

Yazının 3. ve son bölümünde özellikle hayvancılık sektörünün geldiği konumun pandemilere ve çevre sorunlarına neden olan yapısı üzerinde duruluyor. 

Okuma süresi: 4 dakika


Yazının ilk bölümü için tıklayınız


Yazının 2. bölümü için tıklayınız


Tarım da niteliksel olarak değişti. Sermaye, gıda üretiminin verimliliğini artırmak için, sağlık pahasına inanılmaz baskılar uygular. Marx, 18.yüzyılın ünlü hayvan yetiştiricisi ve ünlü bir kapitalisti olan Robert Bakewell’i, “koyun iskeletini var olmaları için gereken minimum düzeye” indirgediği için eleştirdi. Gerçekten Bakewell kemiksiz et oranını artırmak için, hayvanları daha az kemiğe sahip olacak şekilde yetiştirdi. Marx, taklitçilerinin (epigonlarının) birçoğunun aksine, kapitalizmin çevresel yönlerini çözümlemek için ayrı bir kurama gerek olmadığını fark etti. Çünkü sermayenin kör bakışları, hayvanlarla makineler arasında hiçbir fark görmüyordu.

Günümüzün Bakewell’leri, zayıflatılmış bağışıklık sistemleri pahasına da olsa, daha fazla yumurta ya da göğüs eti üretimi gibi özellikleri teşvik etmek için, hayvan genetiğini manipüle ediyorlar. Firmalar, salgınlara karşı savunmasız, aşırı kalabalık tesislerde, genetik olarak benzer hayvanları (hatta klonlarını bile) yetiştiriyorlar. Yaygın antibiyotik kullanımı, dünya genelindeki hastanelerde yaygınlaşan ve et yiyen bir bakteri olan MRSA gibi, “süper bakteriler” yaratma pahasına da olsa, hastalığın uzaklaştırılmasına (ve hayvanların büyüme oranlarını hızlandırmasına) yardımcı olabilir. İdrar yolu enfeksiyonları gibi yaygın bakteriyel hastalıklar bile, on yıl önce işe yarayabilecek tedavilere karşı giderek daha dirençli hale geldi. Her yıl yaklaşık 35 bin Amerikalı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonlardan ölüyor. ABD süpermarketlerinde satılan domuz pirzolalarının %71’inin antibiyotiğe dirençli bakteri içerdiği, hindi kıymasındaysa bu oranın daha yüksek olduğu (%79) tahmin ediliyor.

İlk olarak 1998 yılında bir Malezya kasabasında tanımlanan Nipah virüsü, çevresel krizin çeşitli yönlerinin salgın hastalıklar yaratmak için nasıl birleştiğini ortaya koyuyor. Çiftçiler kârlarını artırmak amacıyla, gübrenin ağaçlara kolayca aktarılabilmesi için, domuz sürülerinin yanına mango bahçeleri yerleştirmişlerdi. Tarla açmak için ormanların yakılması, meyve yarasalarını doğal yaşam alanlarından uzaklaşmaya zorladı ve yeni dikilmiş ağaçlara yerleşmeye yönlendirdi. Böylece yarasalar hastalıkları, önce domuz sürülerine, ardından da insanlara bulaştırabildi. Yarasalar da ölümcül hastalığa karşı daha savunmasız hale geldi. Yarasa nüfusu seyreldikçe hastalık havuzuna maruz kalmaları da seyrekleşti. Yarasalarda bir zamanlar zararsız olan bir virüs, domuzlarda ve insanlarda ciddi nörolojik sorunlara neden oldu. Virüs, kurbanlarının yaklaşık üçte birini Malezya’da öldürdü ama Güney Asya’da daha sonraki bir salgın sırasında kurbanlarının %70’ini öldürdü. Virüsün yayılması sadece sıkı karantina ve bir milyon domuzun katledilmesinden sonra durduruldu. Salgının, ülkenin en büyük domuz operasyonu sırasında başlaması rastlantı değildi.

Mercimeği Kurtarın

Çalışmalarını “gezegen sağlığı” geleneğini takip ederek sürdüren epidemiyologlar, yapılması gerekenler konusunda oldukça net. Yeni başlatılan bir dizi araştırma, toprağın kullanımındaki dönüşümün “yaban hayatı, evcil hayvan ve insan EID’lerinin (ortaya çıkan bulaşıcı hastalık) en önemli itici gücü” olduğunu öne sürüyor. Daha özgül bir biçimde, “insan nüfusunun et ve et ürünlerine yönelik artan talebi, hayvanlarla insanların temasını benzeri görülmemiş hale getirdi.” Çözümün bir kısmı, “antropojenik (insan kaynaklı) aktiviteyi azaltarak, yaban hayatı çeşitliliği açısından zengin alanları korumak” olmalı.

Amerikan Halk Sağlığı Derneği (American Public Health Association) fabrika çiftçilikleri için bir moratoryum çağrısında bulundu. 2003 SARS salgınının ardından, derneğin dergisi, temel bir halk sağlığı önlemi olarak “insanların hayvanlara nasıl davrandığını; en temelde, onları yemeyi bırakmayı ya da en azından yenen miktarlarını kökten sınırlamayı” savunan bir başmakale yayınladı. “Böyle bir değişiklik, yeterince benimsenir veya uygulanırsa, çok korkulan grip salgınının olasılığını azaltabilir.”

Şu anda dünya nispeten şanslı çünkü hayatı besleyen gıda tedarik zincirleri şimdiye kadar ayakta kaldı. Ama özellikle iklim değişikliği çağında, doğal afetlerin birbirinin arasına kibarca mesafe koyacağının garantisi yok. Güney Asya’da büyük bir sel felaketiyle eşzamanlı olarak, su kaynaklı zoonotik hastalıkların ortaya çıktığını hayal edin. Tam bu sırada dünyanın “tahıl ambarı” bölgeleri, eşzamanlı olarak kuraklığa maruz kalsın. Atmosfere giren karbondioksitin her molekülüyle, hayvandan insana sıçrayan her mikropla, deniz seviyesindeki yükselmenin her milimetresinde daha muhtemel hale gelen bu ölçekte bir felaketin olağanüstü acılara yol açması kaçınılmaz.

Gelecekteki salgınların etkisini sınırlamak için, kitlesel yok oluşun ve iklim değişikliğinin meydana gelmesini engellemek için, gıda sistemlerimizi yeniden yapılandırmak ve et üretiminden uzaklaşmak için savaşmalıyız. Önde gelen bir tıp dergisi adına, önde gelen 37 halk sağlığı uzmanının ve çevrebilimcinin yazdığı EAT-Lancet Raporu, sebze, meyve, sağlıklı tahıl ve bitki proteini tüketiminde dramatik bir artışın yanı sıra, et ve süt ürünlerinde ciddi kesintileri savunuyor.

Bu kesintiler büyük ölçüde, yoksul ülkelerdeki et tüketimi ortalamasından iki ya da üç kat daha fazla et yedikleri için, gelişmiş dünyanın etobur zenginleri arasında gerçekleşecek. Bununla beraber siyasi ufkumuzda, önünde sonunda herkes için bitki temelli diyetler olmalı. Amazon yağmur ormanları gibi, dünyanın en yüksek biyo-çeşitliliğe sahip yerlerinden bazılarında, daha fazla otlağa yer açmak için ormansızlaşmanın gerçekleşmesi sürdürülemez bir durum. Çoğu toplum Eat-Lancet diyetini kabul edebilseydi, yılda tahmini 11 milyon ölüm önlenebilirdi. Yetersiz beslenme önlenebilir, diyabet ya da kalp hastalığı gibi bulaşıcı olmayan başlıca hastalıklar en aza indirgenebilirdi. Etten vazgeçmek ve tarım ve hayvancılığa ayrılmış dünyanın geniş alanlarını (radikal çevreci E. O. Wilson’ın önerdiği gibi belki de yarısını) yeniden doğaya kazandırmak, sosyalist gündemin parçası olmalı.

Gelecekteki salgınlarla başa çıkmak için aşılara, antibiyotiklere ve antivirallere güvenmek, karbon temelli toplumumuzu iklim değişikliğinden kurtarmak için, karbon yakalama teknolojilerine ya da jeomühendisliğe güvenmek gibidir. PREDICT, hâlihazırdaki yönetim tarafından sabote edilmemiş olsaydı bile, her yeni salgını kesinlikle yakalayamayacaktı. Kapitalizm kendi yarattığı sorunları çözemez. Büyük ilaç şirketleri aşı ve antivirallere yatırım yapmıyor çünkü tatlı kâr, diyabet ve iktidarsızlık gibi bolluk toplumunun hastalıklarından sağlanıyor. Daha da endişe verici olan şey, iyi finanse edilen alanlarda bile sonuçların güvenilmez olduğunun kanıtlanabilmesi. 32 milyon kişiyi öldüren HIV/AIDS salgını, tüm hastalıkların bir aşıyla çözülemeyeceğini gösteriyor. 2003 SARS salgınından sonra, Dünya Sağlık Örgütü, “modern bilimin kendi modern rolü varken, en modern teknik araçlardan hiçbirinin, SARS’ı denetim altına almada önemli bir rol oynamadığını bildirdi. SARS’ı denetim altına almada en önemli rolü, temas izleme, karantina ve yalıtım gibi, 19. yüzyıl kamu sağlığı stratejileri oynadı.” Sosyalistler olarak yapısal düşünmeli ve yara bandı niteliğindeki teknik “çözümler” konusunda şüpheci olmalıyız (özellikle modern tıbbın etkinliğinin azalıyormuş gibi göründüğü için) ve bunun yerine doğrudan sorunun köküne gitmeliyiz.

Doğanın insanlaşmasının, insanlığın ve doğanın uzlaşmasına değil, ikisinin de yıkımına yol açtığı açık. İnsan bilincinin sınırlarının (esenliğimizin asla tam olarak anlayamayacağımız karmaşık doğal sistemlere bağlı olduğunun) bilincinde olmalıyız. Doğayı ve toplumu yöneten pazarın bilinçsizliği yerine sol, insan işlerini bilinçli olarak yönetmeye çalışmalı ama doğanın büyük bir kısmını kendi iradesine bırakmalı. Bu bir tür bilimsel temeli olmayan mistisizm nedeniyle değil, bu karmaşanın içine nasıl girdiğimizin kararlı bir çözümlemesi nedeniyle yapılmalı.

Jeolojik ölçekte inşa edilen yeni bir sosyalizm, bilim insanlarının kendi başlarına yapamayacakları şeyleri başarmalarına yardımcı olacak. Bunu yapmak için, aynı toksik ekonomik güçlerin, hem salgınların hem de iklim değişikliğinin nasıl kalbinde olduğunu görmemiz gerekir.

Sosyalistler öncelikle, nasıl parçalandığını anlamadan dünyayı bir araya getiremezler. Böyle bir anlayış, sadece bilimle etkileşimden değil, aynı zamanda düşünsel eleştirilerden doğar. Jenner’ın da belirtmiş olabileceği gibi, solun (et, deri, evcil hayvan ya da hayvanlar üzerinde test edilmiş ürünler gibi) “ihtişam aşkı” ve “lükse müsamahası” doğanın tehlikeli yıkımındaki suç ortaklığını görmesini engelledi.


Drew Pendergrass: Harvard Magazine ve Jacobin yazarı, Çevre mühendisi



Troy Vettese: Çevre tarihçisi ve Harvard Üniversitesi’nde araştırma görevlisi, Jacobin ve Boston Review yazarı.


Jacobin‘den çeviren: Tanju Aşanel Düzeltme: Deniz Vural


Bir Yorum Yazın