Bu yazıda Kovid-19 dolayısıyla karşımıza çıkan çok sayıda sebebi açıklama girişimini birbirinden ayırmayı deneyeceğim. Ve bu girişimi, açıklama tarzlarına dair bu incelemenin salt hoş bir uğraş olduğu temennisiyle değil bizzat açıklanmaya çalışılan şeyin tabiatını ortaya çıkaracağı bakımlardan ve bu varsayımla yapacağım. Bu doğrultuda, tarih boyunca şeyleri açıklamakta kullandığımız en temel iki yöntem olan nedensellik ve erekselliği, bu yöntemlerin kullanım alanları ve pratik çıktılarını söz konusu edeceğim. Fakat bunu daha pratik bir amaca seferber edip, onları bilimsel ve komplocu açıklama tarzlarının ortaya çıkış süreçlerine yaptığı katkıları bakımından değerlendireceğim. Öte yandan her defasında hayal ürünü ve gerçek arasındaki çelişki ya da uzlaşmaların sonucu olarak ortaya çıkan bilgide kıstası belirlemek yine de bu yazının konusu dışındadır. Bu iki bakımdandır; ilkin böyle bir çalışmanın burada söz konusu edilemeyecek kadar geniş ölçekte başka bir çalışmayı gerektirecek olmasıdır. İkincileyin hayal gücü ve muhakeme yetisinin hayatın günlük ritminde çoğu kez birbirinden ayrı değil aksine eşgüdümle ilerliyor olması ve sonuçları bakımından aynı olgusal durumları meydana getiriyor olmalarıdır. Burada ancak gerçek olmayanı hayal eden ya da gerçeği hayal etmeye yanaşmayan talepler bir istisna oluşturacaktır. Bunlar da patolojiler başlığı altında incelenmesi gereken psiko-analitik başka bir tartışmanın konusunu oluşturlar ve kıstas ya da ölçü meselesi gibi sonuç bölümünde kısaca değinilmekle beraber burada ele alınmayacaklardır. Ancak özetlemek gerekirse buradaki konumuz, çoğu kez ani bir şekilde ortaya çıkan ya da gayet alışılmış bir şeye ilişkin bizden bir açıklama talep eden durumlarda bizlerin ortaya koyduğu açıklamaların özelliği ya da niteliklerinin analiz edilmesi ve bu yolla olgulara dair daha sağlam ve sarsılmaz bir açıklama getirmenin nasıl mümkün olacağıdır.

Düşünce tarihinde gerek uygarlığın yazılı ürünlerinde gerek sözlü kültüre dair diğer ürünlerde görebildiğimiz iki büyük açıklama modeli söz konusudur. Bunlardan ilki nedensel açıklama tarzı ise diğeri ereksel açıklama tarzıdır.[1] Bu iki açıklama tarzı aynı zamanda felsefe tarihinin en kadim ikiliklerinden birine ışık tutar ki bu antiklerde Platon ve Aristoteles arasında meydana gelebilecek bir tartışmanın çekirdeğini oluşturur. Örneğin Platon eserlerinde konuşturduğu ustası Sokrates’e kimi zaman şöyle sözler ettirir: “Bakmak için önce gözlerini kapamalısın”, “şairlerin deliliğinde tanrılardan bir pay vardır” vb. Burada insani tecrübede beraber var olmakla beraber “birlikte” var olamayan şeyler olarak “bakmak” ve “düşünmek”, “akıl” ve “delilik” vb. hallerin ilk planda karşıtlık içinde konumlandırıldığı hissedilir. Bunun sebebi her iki yeti ya da halin birlikte var olamayacağını bildiren mantığın bir ilkesidir. Mantık bize ya bakıyorsundur ya da bakmıyorsundur der. Ya akıllısındır ya delisindir vb. Matematik kesinlikler olarak sayılara ilişkin düşüncemizde o şey ya “1” ya “2” (tane)dir. Sadece akıl değil aynı zamanda şehvet duygusu da bize duyumsayan yani bedenli yanımızla ait olan şeyler ile düşünen yani ruhsal yanımıza ait olan şeyler arasında bir ayrım yapma gerekliliğini dayatır. Öte taraftan dışsal şeylerin maddi var oluşlarına kendimizi çokça kaptırdığımız zamanlarda onlara ilişkin ihtiyat ve düşünceden kesildiğimizi, fakat içe dönüp onların tam olarak ne anlama geldiklerini düşünmeye daldığımızda da benzer biçimde onların dışsal ve maddi oluşlarını ıskaladığımızı tecrübe bize kanıtlar. Öyleyse Platon “bakmak için gözlerini kapat” derken kuşkusuz dışsal şeylere ve onların oluşlarına kör olmayı değil fakat onları muhakemeye vurmayı, akıl ya da ruhta onların anlamlarının ortaya serilmesi çabasını kastetmektedir. Yani orada ne oluyor olduğu değil benim olan biten şeye ne anlam verdiğim ya da vereceğimle ilgili bildirimler artık söz konusudur. Bu gündelik yaşamımızda uzun ve kurallarına uygun bir konuşma yaptıktan sonra hatibe “so what” dediğimiz tüm durumlar için uygulanabilir bir prensiptir. “Bunlar senin için ne anlama geliyor?” Aynı soruda açık ya da gizli bir biçimde her seferinde “Dolayısıyla bunlar benim için ne anlama gelir?” sorusu da içerilir. Onlar sözü edilen ifadenin ortaya konuluş tarzı bakımından aynı karakterde olan sorulardır. Örneğin “24 Nisan günü güneş 19.57’de batacak” diyen bir kimseye dönüp bunun bizi ne kadar mutlu ettiği ya da kederlendirdiğinden söz edemeyiz. Fakat ona “yani?” deriz; “sen bu bilgiyi bana söyleyen kişi olarak bununla neyi kastediyorsun?” O da şöyle der: “Bu sebepten seninle o saatte buluşamayız”. Mesele şimdi açıklık kazanır. Söz konusu kişi “ideal ya da makul bir buluşma için henüz günışığının olduğu saatler daha iyidir” demek yerine “24 Nisan günü güneş 19.57’de batacak” demiştir. Paradoksal bir ifadeye başvurma riskini göze alarak kişinin amacı burada bir şeyin nedenselliğini deşifre etmek olmamakla birlikte bunu nedensel bir açıklama tarzında dışa vurmuştur. Tüm karmaşanın temelinde yapıca farklı bu iki ifadenin ortaya konuluşu anındaki yersizlik ya da özensizlik yatmaktadır. Şimdi bu ifadeleri parçalarına ayıralım.

“24 Nisan günü güneş 19.57’de batacak” ifadesi “Dünyada bırakılan her taş yere düşer” ya da “Dünyadaki basınç göz önünde bulundurulduğunda su 100°de kaynar” gibisinden bilimsel bir ifadedir. Eğer ardından “seninle o saatte buluşamayız” gibi ikinci bir ifade gelmezse açıkçası onlardan hiçbir farkı da bulunmaz. Böyle bir durumda “anlam”a dair hiçbir vurguyu işe bulaştırmaksızın, olan şeyin olduğu gibi açıklanması çabası egemendir. Ve bu tip bir açıklamanın ayırt edici yanı onun amaçlılık değil nedensellik bağıntıları bakımından ifade ediliyor olmasıdır. Buna “nedensel açıklama yöntemi” diyelim. Eğer bir şeyin ait bulunduğu doğal sıradüzeninde onun ne şekilde meydana geleceğine dair bir şey belirtmek istersek bu türden bir açıklama yapmamız gerekir. İlk planda saptayacağımız şeylerden biri bu tür ifadenin (örneğin suyun 100°de kaynaması olgusunun) bizim inancımızla en azından doğrudan bir ilişkisinin olmayacağıdır. Açıkçası biz ona inanalım ya da inanmayalım, su her seferinde 100°de kaynayacaktır. İkinci olarak saptamamız gereken şey, bu ifadenin, insanın ruhsal ya da duygusal diyebileceği bir dünyası ile ilişkili hiçbir şeyi dile getirmek amacı gütmemesidir. Suyun 100°de kaynadığını öğrenen ya da kavrayan bir kimse eğer aklını tümden yitirmediyse buna gülüp ağlamaz. Son olarak bu ifade doğasında bulunduğunu varsaydığı nesnel bir kesinlik ve evrensellik adına söz almaktadır. Nedensel açıklama yöntemi şeylerin doğal bir neden sonuç ilişkisi boyunca ilerlediklerini, geliştiklerini, değiştiklerini ileri sürer. Fakat “şeylerin doğal bir neden-sonuç ilişkisi içinde bulunduğu” yargısının kendisi nedensel değildir; çünkü o ilkinin aksine tecrübeden gelmez ve kendi nedenini kendi içinde barındıran neden-ötesi-öncesi ya da ereksel diyebileceğimiz bir açıklama düzlemine ait bir bilgidir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse suyun 100 °de kaynayacağını biliriz, buradaki “bilmek” tecrübe etmek anlamındaki bilmektir. Fakat suyun neden 100 °de kaynadığını ya da su ile ateş arasında cereyan eden şeyin tam olarak ne olduğunu bilmeyiz. Sadece tecrübelerimiz ve tecrübeye dayalı bir takım kanaat ya da inançlarımız bize dünyada ilgili basınç koşullarında ve üzerine su konulan ateşin suyu her seferinde 100 °de kaynatacağını gösterir. Bunu başka bir örnekle ifade etmek gerekirse “bütün kazlar beyaz tüylüdür” ifadesi bakımından öne sürebiliriz. Bu bilgi tek bir siyah tüylü kaz görülen an’a kadar doğru kabul edilmelidir, ama doğadaki hiçbir unsur bize siyah tüylü bir kazın asla görülmeyeceğinin teminatını vermez. Bu yüzden son olarak nedensel bir açıklama tarzının çoğu kez hipotetik, yani varsayımsal olduğunu fakat bu varsayımların en güçlü kanaatlerimize de dayandırıldığını söyleyebiliriz. Bu türdeki açıklama yapısını tarihte ilk kez Sokrates öncesi doğa filozoflarında görürüz. Onlar ilk kez şeylerin kendisinden yapıldığı genel ve evrensel şeyleri (hava, su, ateş, apeiron, sonsuz vb.) söz konusu ederken bu türden bir açıklamaya başvurmuşlardır. Ardından Aristoteles, 17. ve 18. yüzyıl filozofları ve çağdaşımız birçok bilim insanı çoğu kez bu türden bir açıklama yaparlar. Başa dönersek Platon ile Aristoteles arasındaki patlak veren kavganın konusu budur. Platon geometrik ve matematik bir hakikate bakarak değişmeyen şeylerin doğasına dair bir hakikat ve kesinlik arayışında iken kendisi aynı zamanda biyoloji biliminin babası olan Aristoteles değişen-dönüşen şeylerin değişme ve dönüşmelerinin hakikatini açıklamaya çalışmaktadır. Bu sebepten Platon “zihinsel bir ilkeye bak” derken Aristoteles “duyum ve tecrübeyi unutma” demektedir. İlkinin şeyleri açıklama yöntemi ereksel yöntem iken ikincisinin yöntemi daha ziyade nedensel açıklama yöntemdir. Aristoteles büyük eseri Metafiziğe “24 Nisan günü güneş 19.57’de batacak” ifadesinde olduğu gibi “İnsan düşünen bir hayvandır” diyerek başlamıştır; bu Platon için de doğrudur, fakat o hala bunun ne anlama geldiğine dair o soruyu da sormayı sürdürür: “İnsanın düşünen bir hayvan olması tam olarak ne demektir ya da bu ne anlama gelir?”

Spinoza “yuvarlanmakta olan bir taşa sorsak ve onun ağzı olsa bize yuvarlanmak istediğini söyleyecektir” der. Burada doğal neden-sonuç ilişkilerinin egemen olduğu bir düzlem ile ahlaki bir erek düşüncesi aynı olguda eritilmiştir.  Tam olarak dikkat kesileceğimiz yer işin “isteme” kısmıdır. Bu tanıma göre isteme şeyin kendi işlevinin ona kendi gözünden görünmesidir. Bu sebepten dışarıdan gözlemlediğinizde açıkça intihar ettiği görülen bir insana daha yakından baktığınızda o bu eylemini açıkça inandığı şu ya da bu değer ya da istediği şu ya da bu şey uğruna gerçekleştirdiğini söyleyecektir. Bununla beraber daha az trajik olan başka bir örnekte, hem de sanılandan sık olarak, doğadaki hayvanların aksine insanın, gayet irrasyonal bir biçimde başkaları için fedakârlık ettiği ya da çoğu önemli hazzından bile-isteye veya gayrı-ihtiyari olarak vazgeçebildiği durumların gerçekleştiği görülür. Dolayısıyla insanın gerçekleştirdiği bu tür eylemlere nedensel eylemlerden ziyade amaçlı eylemler demek daha doğrudur. Amaçlı bir eylemde doğal olarak olup biten şeye (ki buna o şeyin işlevi dedik) ek olarak aranan ya da arzulanan bir anlamın da işe karıştığı görülür. Bu anlam, arzulanan şu ya da bu şeyin (haz nesnesinin vb.) anlamından önce varlığın kendi kendisine yüklediği bir anlamdır. İnsanın kendi doğal işlevini çıkarsadığı yer yine kendi doğal çevresi olmakla beraber anlam bu doğal çevreye onun insan olarak kattığı şeydir. Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım: Nedensel bir açıklama yönteminde “bıçağın amacı kesmektir” dediğimizde aslında bıçağa, insana has özelliklerin bir demetini -isteme, niyet, amaç, gayret vb.- yüklemiş oluruz. Gerçekte bu ifade ile kastedilen “bıçak keser” ya da “bıçağın işlevi kesmektir” ifadelerinde açığa vurulan şeydir. Bıçağın varlığının bir anlamı bulunmaz, fakat insan dilini bıçak gibi kullanabilir, ağaç gibi orada dikilebilir vs. Bu konuda primitif kabilelerin gelenekleri, dini/natüralistik ritüeller, akıl hastalarının durumları ve askerlikteki kimi durumlar (“ağaçtan özür dile” vb.) hatırı sayılır örnekler oluşturur. Fakat yalnızca ilkel adetler ve delilikte değil aynı zamanda bizlerin modern toplumsal yaşamında da bu örnekler bir yönüyle kendilerini devam ettirirler.  Bundan insanın kendisini doğal nedensellik içinde deneyimlediği tüm bilinçsiz(bilinç-dışı) durumları anlayalım. Bu nokta da insan kendisini sürekli olmadığı şey olarak (salt doğa, salt doğa olmadığında ise salt akıl vb.) ortaya koyar. En kaba hazlarının peşine düşmesi ya da ahlaki sıkı bir ideali benimsemesi bu sonucu değiştirmez; her iki durumda da kendilik bilinmeyen ve üstelik yönlendirilemeyen bir şey olarak deneyimlenmeye devam eder.

Tarihte bu özensizlik durumunu ve onun karşıtı olan amaçlı eylemin öznesi olarak insanın ahlaki varlığını “keşfeden” ilk kişi Sokrates dersek yanılmış olmayız. Çünkü eylemin bu tanımı ilk kez Sokrates’in tarihsel varlığı üzerine oluşturulmuş ahlaki ve felsefi yazınla görünür olur. Platon’daki felsefi çaba doğasındaki şu ya da bu sıra düzenini ya da onların meydana geliş biçimlerini bilmekten ziyade onların ruhtaki karşılıkları yani anlamlarını açığa çıkarmaya yönelmiştir. “Doğada şeyler ne şekilde olur”dan ziyade “insan yaşamı nedir?”, “hangi türde yaşam yaşanmaya layıktır?” türünde sorulmuş her soru olup biten şeyin “işlev”inden ziyade “anlam”ına yönelmiştir. Dolayısıyla şimdi bu tür açıklama yöntemine “ereksel açıklama yöntemi” dememiz doğru olur. Ereksel açıklama yöntemi her zaman olup biten şeyin bu olup bitmesini parantez içine alarak bunun insan açısından ne ifade ettiğiyle ilgilenen ve insanın anlam talebini (ve tabi isteklerini) konu alan bir açıklama yöntemidir. Nedensel açıklamanın baştan sona neden-sonuç ilişkisi içerisinde kurduğu anlatıyı ereksel açıklama yöntemi bu sefer sondan başa doğru araç-amaç ilişkisi içinde kurmaya yönelir. Bu bilimsel antropolojinin “insan iki ayak üzerindeki hayvandır” önermesi ile dinin “biz ayaklarını ona yürümek için verdik” hükmü arasındaki fark gibidir. Aynı şeyi imlerler, farklı yollar seçerler. Şimdi nedensel açıklama yöntemi modernlerde daha ziyade bilim tanımının geleneksel karşılığı olan pozitif bilimlerde (biyoloji, kimya, fizik, astronomi, tıp vb.) kullanılırken ereksel açıklama daha ziyade kabaca insan bilimleri olarak tanımladığımız (ahlak, sosyoloji, teoloji vb.) alanlarda kullanılır. Bununla beraber psikoloji, siyaset, iktisat, matematik, mantık vb. her iki açıklama yöntemini de değişen yoğunluklarda kullanan bilimler de söz konusudur. Burada bilimin hem tarihsel evriminde kendisinden beklenilen şeyler hem de bilimin nesnesini ele alışı bakımından kendi tasarrufları belirleyicidir. Bununla birlikte ahlak ve din ereksel açıklama modelinin en yoğun görüldüğü düşünsel ve tecrübi alanların başında gelir. Ahlak olanla değil olması gerekenle ilgilenir. Benzer şekilde tüm dinler insanın merkeze alındığı bir evren tasavvurunu ona sunmak zorundadır, çünkü temelde insanın inancı olmak bakımından onun anlam arayışı ve kurtuluş talebine hizmet etmek zorundadırlar.

Bazı ayrımları yaparsak bu nedensel ve ereksel serimleyişi daha iyi anlamış oluruz. Bir bıçağın kesmesinin salt meydana getirdiği işlevi göz önünde bulundurulduğu taktirde ona iyi ya da kötü denemez. Çünkü “iyi” ya da “kötü” yargıları, insanın istemine, doğru ve yanlışa dair çeşitli inançlarına dair hükümleri bildirir. Fakat bıçak salt kendi işlevi olan kesme işlemini gerçekleştirdiğinde ona ancak doğru kesiyor ya da yanlış kesiyor diyebiliriz. Buna karşın hâkim bir başkasını bıçakladığı ileri sürülen zanlıya bakıp “aferin evladım doğru bir şekilde maktulü kesmişsin” diyemez. Çünkü konu bu değildir; daha ziyade, yapılan işin anlamı ya da bunun insan ve insanın dünyası bakımından ne ifade ettiğidir. Savaşta bir askerin düşman kuvvetlerinden bir unsurunu öldürmesi doğrudur, fakat onun bu eylemi her zaman iyi olmak zorunda değildir ve çoğu kez de oldukça kötüdür. Hekimin insanın yaşamını uzatması doğrudur; fakat söz konusu kişi Hitler vb. biri ya da milyonların yaşamını tehdit etmesi riski bulunan başka bir cani ise kötü bile olabilir. Dolayısıyla yapmış olduğumuz ayrım boyunca nedensel açıklama yönteminin “doğru” veya “yanlış” hükümlerinin kullanılacağını; buna karşın ereksel açıklama yönteminde ise “iyi” veya “kötü” hükümlerinin kullanılacağını rahatlıkla fark edebiliriz. Ereksel bir açıklama yönteminde hüküm verilen olgu değil değerdir. Değerin meşru konumu doğal değil kültürel çevredir. Toplum olarak yaşamak zaruriyetine sahip olan insan bir uzlaşım ya da uzlaşmazlık durumları boyunca kimi eylemlere “iyi” diğer kimilerine “kötü” deme eğilimindedir. Giyotin doğru çalışan fevkalade (doğru) bir icattır, ama Fransız devriminde onun kullanılması iktidarın elinde siyasi kitlesel bir yıkım ve kötülük getirmiştir. Aynı şekilde kendi yüzyılımızda gerçekleştirilmiş nükleer füzyon alanındaki çalışmalar bilimsel anlamda büyük bir atılım ve doğru bir şey olmakla beraber bu silah olarak bir ulusun üzerine kullanıldığı taktirde kötü ve lanet okunması gereken bir eylemdir. Rollerin değiştiği bir durumu elimizdeki telefonların meydana getirilmesindeki teknik deha ve onunla alelade işlerini gerçekleştiren kimseler için ileri sürebiliriz. Bu durum teknik ilerlemenin her zaman ahlaki ya da kültürel bir ilerlemeyle eşgüdümlü olmadığına dair kanaatleri güçlendirir. Bununla birlikte “ahlakçı” vurgular da eğer aynı zamanda akılcı değilseler teknik/bilimsel bir kısırlığın sebep ve sonucu olmaya adaydırlar. Dua okunan fasulye deneylerini hatırlayın. Tabiat olarak insana benzemeyen diğer şeylerden insana özgü erdemleri beklemekte sizce de yanlış bir şey yok mu?

Şimdiye değin doğru şekilde sezmiş olduğumuz gibi nedensel düzeyde yapılacak her açıklama bedenli bir varlık olmak bakımından insanın kendi bedeniyle dünyaya katıldığı tüm durumlar ve olaylara işaret eder; buna karşın insanın yalnızca bedenden ibaret bir varlık olmadığı, aynı zamanda düşünen, muhakeme eden, hayal kuran, iradi eylemlerde bulunan bir varlık olduğu da bilinir. İnsan doğal neden-sonuç ilişkilerine aklı ve özellikle ahlaki irade ve istemleri doğrultusunda bir amaçlılık ya da onlara bir anlam yükler. Yağmurun yağmasını ve bu süreçte olup biten şeyleri bir kimyacı mükemmele yakın bir şekilde anlatabilir. Ama “Yağmur yağıyor Serez çarşısına” derken Nazım Hikmet’in kastettiği anlam bu değildir. Benzer olarak savaşta hekimin gördüğü şey ile askerin gördüğü şey bambaşka şeylerdir. Çünkü savaşta yaşamın korunması ancak bir amaç olabilir; bu durumda hekim bu amacın (ahlaki talebin) yasının meşru öznesi iken asker savaş hazzının (içgüdü) yegâne sahibidir. Barış ise askerin amaçladığı şeyin yani barış ve huzurun (ahlaki talep) tesis edilmesidir; dolayısıyla barış koşullarında yaşamın korunması hazzını da (içgüdü) hekim sürecektir. Burada sözü edilen, tüm bu meslekler, uzmanlıklar ve yeteneklerin yalnızca birinin, bir kimsede kusursuzca var olduğu konusu ya da böyle bir iddia değildir; bir beden ve ruhtan müteşekkil olan insan hayvani içgüdüler kadar ahlaki talepleri de ruhunda beraber barındırır; bu sebepten hekimin kan görmeye alışkın olduğu durumlar (içgüdü) kadar askerin mevziindeki asker arkadaşına ya da komutanına sadakat beslediği durumlar (ahlaki talep) da her ne kadar onların geleneksel olarak düşünülen işlevleri ve anlamları kadar öncekilerle bir arada ele alınmalıdır. Yani ister hekim ister asker olsun her ne kadar onlar, bağlam değiştikçe (savaş ya da barış durumlarında), gerçeği açıklama tarzının bir yanına savrulmaya eğilimli gibi görünseler de her ikisi de yeri geldiğinde ereksel ve nedensel açıklama yöntemlerinin her ikisini de beraber kullanmaktadırlar. Bu açıdan cephede görev yapan hekim ve adli tıp çalışanının görevi oldukça ironiktir. Lütfen tüm işi kadavraları (canlı kimseleri bile değil) kesmek olan bir hekim ve bu aynı işin savaş durumundaki askerin hazlarından ne bakımdan farklı olduğunu düşünün.  Bu taktirde açık olarak görülecek olan şey, şeyleri nedensel ve ereksel olarak açıklama tarzlarının her birinin, belirli kişilerin ya da onlara kökensel olarak ait olduğu zannedilen meslek, uzmanlık alanı ve yeteneklerin tekelinde olmak bir yana, herkeste ortak olarak bulunan akıl ya da aklıselimin “emrinde” bulunduğudur. Bir bedeni kesmek her seferinde iyi değildir; fakat bunu hekim o bedeni tedavi etmek ya da ondan ilgili bilim alanında bir ilerleme kaydetmek amacıyla yaptığında bu artık iyidir. Benzer bir yolla insan öldürmek kötüdür; fakat sömürge ve kölelik koşullarına razı gelmeyen bir topluluğun üyesi olan bir asker düşman kuvvetlerinden bir kişiyi öldürdüğünde bu iyidir. Burada yapılan işin niteliği ve ilgili bağlam sizin açıklama modellerinden hangisini kullandığınız ya da kullanmanız gereken açıklama modelinin belirlenmesi adına en kritik noktada durur. Bağlama karşı körlük, çoğu kez yapılan işe ya da ilgi duyduğunuz şeye karşı geliştirilen bir körlük ya da işin kendisine dair bir yabancılaşmanın peşi sıra gelir. Bir hekimin bir hastanın sağlığına kavuşması için diğer tıp alimlerinden yardım almak yerine siz televizyonu başındakilerin dualarına başvurması, bir askerin barış durumunda ülke idaresi hakkında söz söylemesi ya da barışı tehdit edecek bir durumun yokluğu durumunda çevre devletlere savaş açması, bir din adamının hastayı bedensel açıdan tedavi etmeye yeltenmesi bu durumlara bariz birer örnek olarak verilebilir. Ancak halen, daha önceki, insanın bir beden ve ruhtan müteşekkil ve nedensel ve ereksel açıklama tarzlarının her ikisini de yeri geldiğinde kullanma ehliyetine sahip bir varlık olduğunu hafızada tutmak kaydı ile. Modern tıbbı geç orta çağın manastırlarındaki kilise babalarına borçlu olduğumuz kadar üfürükçü hoca örneklerini de gözümüzün önünde bulundurulmalı.  Erdemli askeri liderler olabildiği gibi diktatörlük heveslisi cahil üçüncü sınıf örnekleri de sık bulunur.

Şimdi ereksel ve nedensel açıklama yöntemleri üzerine yapmış olduğumuz bu tartışmanın anlaşılması bakımından önemli olduğu esas konuya geçelim. Bu da başta ifade ettiğimiz üzere bu açıklama yöntemlerinden birinin ya da diğerinin benimsenmesinin ya da onların her ikisinin birden özensiz bir tarzda kullanılması ya da dikkatsizce ele alınması tutumunun, insanın doğal ya da kültürel çevresinde aniden ya da yavaş yavaş gelişen her türden yeni olguya karşı alınacak doğru pozisyonu belirliyor ya da onlara dair bir kavrayışsızlığı arttırıyor olmasıdır. Yani uzmanlıklar, yetenekler ve son olarak ilgili bağlam hesaba katıldığında yapılmış herhangi bir açıklamanın gerçeğe dayalı sağlıklı bir zihne ait argümanlardan mı oluştuğu, yoksa komplocu bir zihin ya da cahillik arzusunda olan bir kimsenin argümanları mı olduğunu kestirmemizin her zaman bir imkânı vardır. Kriteri de başlarken verelim; nedensel ve ereksel açıklama tarzlarını birbiriyle karıştırmamak, onların birini bir diğerinin yerine kullanmaktan vazgeçmek. Hepsinden öte nedensel ve ereksel açıklama tarzlarının varlığın açıklamasında eşgüdümle kullanılabilen metodik araçlar olduğunu görebilmek yani fikri ve duyusal olarak bu aklıselime yerleşmek. Ne demek istiyorum? Daha önce insanın aynı anda hem doğal nedensellik ilişkilerine biat eden bedensel bir yapısı hem de onun erekselliği mecbur kılan ahlaki bir doğası olduğunu söylemiştim. Şimdi geriye bu kısımları ruhta düzgün bir şekilde bölmek ve birleştirmek kalıyor. Ve geriye kalan bütün yanılsamalı durumların ve kafa karışıklığının bu bölme ve birleştirme işinin ruhta yanlış şekilde yapılmasından kaynaklandığını iddia ediyorum. Örnekler üzerinden gitmek daha somut olacaktır. Yaşanan Kovid-19 süreci buna güzel bir örnek teşkil eder. Özellikle ani panik duygusunu uyandıracak tarzda gelişen tüm afetler toplumda genel bir korku duygusunu harekete geçirir. Ve insan panik ve korku anında aklıselimin taleplerini değil gelişen durumu kendine en hızlı ve kolay şekilde açıklayacak kimi “hikayelere” ihtiyaç duyar. Kovid-19 için ortaya atılan açıklamalara bir bakalım: “Amerikalıların Kovid-19’u tıbbi silah olarak üretmiş olması”, “Çinlilerin millet olarak kötü insanlar olmaları”, “Kovid-19’un Allah’ın kendisine iman etmeyen insanlara gönderdiği bir ceza olması”, “Kovid-19’un doğanın insana kesmiş olduğu bir ceza olması”. Kısacası, eğer söz aldıkları taktirde marihuana serbestisi taraftarlarının marihuananın yasaklanmasının sonucu olarak Kovid-19’un dünyada baş gösterdiğini söylemelerine izin verebilecek kadar fazla argüman bir arada. Peki tüm bu çelişkili ifadelerin kaynağı ne? Basit. Nedensel ve ereksel açıklama yöntemlerinin birbirlerinin sınırlarını ilga etmeleri. Yani özensiz bir şekilde ve tez elden, doğal bir şeyden amaçlıymış gibi bahsetme ya da amaçlı bir şeyden doğal bir şey gibi söz etme hastalığı. Böylelikle en kusursuz fanteziler birden gerçek gibi ele alınmakta ya da gerçek, sadece bir fantezi düzleminde deneyimlenmekte. Şimdi böyle bir zihnin elinde lehte ya da aleyhte hiçbir bir kanıt olmamasına rağmen ve üstüne üstlük duruma ilişkin üstün körü bir ilgisini de hesaba katarak “Covid19 İsrail’in ürettiği bir silah” dememesi için bir sebep olabilir mi? Böylelikle olan biten her şeyi komplolar yoluyla açıklamanın taşları “bilgi”de yavaş yavaş döşenir. Lanetli bir bilgidir bu.

Fakat daha temelde olup biten şeye baktığımızda gördüğümüz insanın akli yetileri arasındaki fiili bir çatışma durumudur. Böyle durumlarda kişi bir yandan mutlak bir bilgisizliğin acısını çekmeye devam eder; diğer yandan ise plug-and-play hazır bilgi şemalarıyla da bilmeye dair bu açlığını/hazzını gidermeye çalışır. Sorun çok açık olarak, daha önce insanın özgür iradesi olarak tanımladığımız onun ruhunun arzulu kısmının, zekanın lehine fakat aklın aleyhine çalışmaya devam etmesidir. Komplocu açıklama tarzlarının tümünde ortak olan şey, sınırsız olan isteklerin sonlu olan muhakemenin sınırlandırmalarının dışına taşması ya da bir başka tabirle bu muhakemenin isteklerimizde (bunların doğal hazlar ya da tecrübeden kopuk ahlaki idealleştirmeler olmaları fark etmeksizin) olduğu gibi sınırsız olarak kullanımının söz konusu ve baskın olmasıdır. Daha basit olarak akıl ve arzunun polarize olduğu tüm durumları; cinsel arzularının kendisini başkalarına ahlaki doğruları vaaz vermeye yönelttiği ya da ahlaki söylemini salt hayvani hazzın çerçevesinde oluşturan ölçüsüz kimseleri aklınıza getirin. Böylelikle İngilizce bilmemekle ya da Amerika’ya seyahat edilmemekle beraber bunun Amerika’nın biyolojik silahı olduğuna dair kesin fikirlere sahip olunur. Benzer şekilde tanrı olunmamakla beraber tanrının kime ne durumda ne cezayı keseceğine dair kesin bir bilgiye sahip olunur. Fakat en talihsizi ise insanın zihninin olup biten şeyi her iki biçimde de açıklayabileceğinin ve bilincin kendi yapısı bakımından bu açıklama tarzlarının her ikisinin de onda var olduklarının görülmemesi boyunca yapılan hatadır. Nitekim onun zihnindeki fikirlerden kimileri doğal haz varlığı olmasından kaynaklanan ve doğal nedensellik silsilesini izleyen fikirler ise diğer kimileri onun ahlaki yaşantısı ve ruhsal doyumuna koşulmuş fikirler olacaktır. Ve bunlar basit olarak birbiriyle karşıt şeyler olmak yerine zihindeki isteme ve muhakeme yetisi gibi yan yana bulunacaklardır. Temel mesele bunların ne şekilde yan yana bulunduğudur; gerçeğe dayalı bir açıklamada olduğu gibi muhakeme ve istemenin birbirinin rolüne geçirilmediği ve onların bir kavga halinde bulunmadığı aklıselim bir uzlaşı durumunda mı, yoksa komploya dayalı bir açıklama modelinde olduğu gibi onların birinin ortaya çıktığı bir durumda her zaman bir diğerinin kaybolduğu ya da kendi aralarında yenişmeye çalıştıkları durumda mı? İlk durumda kişi ister bilimler gibi pozitif bir alanda ister ahlak, din, siyaset gibi negatif ya da daha olumsal alanlarda söz alsın yalnızca varlığa dair şüphelerini ve inançlarını derinleştirir; onun bu farklı türden kanaatlerinin hızları, kuvvetleri, birbirine oranı ve göreliği düşünüldüğünde bu daima ruhsal denge durumudur. Öte yandan en az gerekli hazlarına tapan kimseler bir süre sonra gereksiz tanrılar edinirler. Bu tanrılar ya da sonsuz gibi görünen “müphem” kuvvetler er geç onların söylemlerinde ve gerçek adına verdikleri hükümlerde belirecektir. Bunların neler olduklarını sizlere bırakıyorum.


[1] Bu doğrultudaki ileri okumaları Nicolai Hartmann’ın çalışmaları  ve ülkemizden Uluğ Nutku hocanın felsefi antropoloji ve insan felsefesi alanındaki yazılarından takip edebilirsiniz.

Erdem Kamalı (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Doktora Öğrencisi) tarafından ya sonrası? için yazılmıştır.

24.04.2020

erdemly@windowslive.com

Bir Yorum Yazın