Klorlu tavuk sadece başlangıç. Hükümet gıda standartlarını, kamu hizmetlerini ve halkı koruyan kuralları yok etmeyi hedefliyor.

Muhafazakârların manifestosu net bir vaat ortaya koymuştu. Bu manifesto, hükümetin ticaret konuşmaları konusunda şunu vaat etti: “Yüksek seviyede çevre korumamızdan, hayvan refahından ve gıda standartlarımızdan taviz vermeyeceğiz.” Seçimden sadece altı ay sonra, bu vaatten vazgeçildi. Hükümetimiz artık, klorla yıkanmış tavuğun, büyüme hormonu uygulanmış sığır etinin, eti daha yağsız hale getiren ractopamine adlı bir ilaç enjekte edilmiş domuzların etinin ve ABD’de tehlikeli, vahşi ve iğrenç yollarla üretilen diğer birçok yiyeceğin, bunlara daha yüksek ticaret vergileri (gümrük vergileri) uygulandığı sürece, bu ülkeye girmesine izin vermeyi öneriyor.

Ticaret bakanı Liz Truss, bu tür gümrük vergilerinin 10 yıl içinde kaldırılacağını açıklamıştı. Öncelikle, Amerikalı ticaret delegelerinin, bunların geçişine izin vermesini görmek imkansız. ABD “gümrük vergilerini azaltırken veya ortadan kaldırılırken” gıda piyasalarımıza “kapsamlı” erişimi garantiye almayı hedefliyor. Daha yüksek günlük vergileri hakkındaki bu saçmalık, bizi yumuşatmak, bizim standartlarımızı karşılamayan ABD ithal ürünlerinin zehirli hapını tatlandırmak için aşikâr bir girişimdir. Tatlandırmak derken, yüksek meyve şekeri mısır şurubu demek istiyorum.

Bizim standartlarımızın harika olduğu anlamına gelmiyor bu. Ancak ABD’deki iğrenç uygulamalarla karşılaştırıldığında, Avrupa Birliği’nin şart koştuğu gıda kurallarımız, aklıselimin bir sığınağı. Büyütüldüğü ve işlendiği pis şartları telafi etmek üzere, tavuk etini klorla yıkamanın ve sığırlara ve domuzlara tehlikeleri maddeler enjekte etmenin yanı sıra, ABD’deki Big Farmer and Big Food, Birleşik Krallık’ta yasaklanmış 72 böcek ilacını ve çocuklardaki hiperaktivite arasında bağlantı kurulan gıda boyalarını kullanıyor, bebek mamasındaki şeker miktarına hiçbir sınırlama uygulamıyor ve inek sütünün Birleşik Krallık’ın izin verdiğinin iki katı miktarda iltihap içermesine izin veriyor.

Bütün bunlar, bu ülkeye, burada üretimi yasak olan gıdaları getireceğimiz anlamına geliyor. Ya bizim çiftçilerimiz ve gıda imalatçılarımız rekabet üstünlüğü sağlayacak ya da yerli üretim standartlarımız boy ölçüşmek adına aşağı çekilecek. Bazı Muhafazakâr milletvekilleri manifesto vaatlerini muhafaza etmek için, geçen ay tarım kanunu tasarısında bir değişiklik yapma girişiminde bulundular. Ancak, hükümet yandaşları bunu kararlı bir biçimde durdurdular. Kanun tasarısı Çarşamba günü Avam Kamarasına geri döndü.

ABD hükümeti, bu konuların tüketicilere bırakılması gerektiğini öne sürüyor. Burada yasaklanan böcek ilacı kalıntıları içeren ucuz sebzeler alıp almayacağımıza, her birimizin bizzat karar vermesi gerekiyor. Ama bence çoğumuz, dükkanlardan, büfelerden ve lokantalardan satın aldığımız her şeyin üzerindeki etiketleri okuyup yorumlamak zorunda kalmaktansa, satılan bütün gıdaların güvenle yenebileceğini bilmeyi tercih ederiz. Zaten böyle bir seçimi yapmaya kalkıştığımızda, ABD tüm yararlı etiketlemenin yasaklanması konusunda da ısrar ediyor. Uyarı etiketlerinin halk sağlığına “zararlı” olduğu öne sürülüyor sapkınca.

Bu olay gıdayla da bitmiyor. Manifestolarının aynı bölümünde Muhafazakârlar şunu da vaat ediyorlar: “ticaret konuşmalarımızda … NHS (Ulusal Sağlık Hizmeti) masada olmayacak. NHS’in ilaçlar için ödeyeceği ücretler masada olmayacak. NHS’in sağladığı hizmetler masada olmayacak.” İşçi Partisinin geçen yıl açıkladığı, ticaret belgelerinin sızdırılmış dosyası, ABD’nin NHS’e “tam pazar erişimi”nin peşinde koştuğunu ortaya koydu. Eğer vaat edilen gıda ve çiftçilik standartları yalansa, NHS’in vaadinin de değersiz olduğunu keşfetmemiz ne kadar sürecek?

Bunun öteden beri gündemde olduğundan şüpheleniyorum. Ön sıralarda oturan neoliberal radikaller uzun süredir halkın korunmasını, kamu hizmetlerimizi, kapitalizmin en korkunç formunun yolunda duran her şeyi ortadan kaldırmaya çalışıyordu. ABD’yle bir ticaret anlaşması, sonuçların sorumluluğunu kabul etmeden, bunları yapmalarını sağlayacak. Anlaşmayı bir kez imzaladıklarında, üzgün bir tavırla, ellerinin kollarının bağlı olduğunu iddia edebilecekler. Maalesef kurallar, bizim gıda standartlarını sürdürmemize izin vermiyor ve bizi NHS’i rekabete açmaya zorluyor diyebilecekler. Belki de pazarlıklar sırasında hatalar yapıldı ama artık yasal araçlarla uygulanan bitmiş bir anlaşma bu ve bizim yapacağımız hiçbir şey yok. Bu politikalar için kamuoyu rızasını asla alamayacaklarını biliyorlar. Bir ABD ticaret anlaşması rızaları olmaksızın onlara dayatılacak.

Parlamenter rıza bile gereksiz. Artık Avam Kamarasındaki komite aşamasına ulaşmış ticaret anlaşması, herhangi bir anlaşmanın parlamenter denetim için hiçbir önlem almıyor. Parlamentonun bu kanun tasarısına göre bir ticaret anlaşmasını müzakere etmek ya da oylamak veya anlaşmanın içeriğini bilmek için hiçbir yasal hakkı yok. Bu yasa tasarısı hükümete ayrıca, ticaret anlaşmalarında parlamento onayı olmaksızın kanunu değiştirmek üzere Henry VIII yetkisi veriyor. İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda hükümetlerine, ticaret anlaşmalarının müzakere edilmesinde ve onaylanmasında hiçbir resmi rol verilmiyor. Diğer bir deyişle, değiştirecek hiçbir şey kalmıyor geriye. Bu demokrasi değil. Bu seçimli diktatörlüktür.

Bu yetmezmiş gibi, ABD’nin anlaşmayı, eğer iç hukuk “gelecekte bekledikleri kârları” etkilerse, şirketlerin hükümetleri dava etmesine izin veren bir yabancı mahkemenin yürürlüğe koymasında ısrar etmesi muhtemeldir. Bu mekanizma, parlamentolarının geçirdiği kanunlar için ulusları cezalandırmak üzere  dünya genelinde kullanılmıştır. Zaman içinde bu, her yerdeki yasaların şirket gücünün taleplerine uygun hale getirilmesini sağlar. ABD’yle bu bağlamda bir ticaret anlaşması, denetimi geri almak şöyle dursun, egemen güçlere devasa bir feragati kapsar.

Hükümet böyle bir anlaşmayı kabul etmenin, AB’yle hiçbir anlaşma yapılmaması anlamına geldiğini biliyor. ABD gıda kuralları AB standartlarıyla uyumlu değil. Sızdırılan belgelerde, ABD görevlileri “anlaşma olmaması durumunda her şeyin mümkün olacağını” belirtiyorlar. Bizim hükümetimizin de bunu aynı şekilde gördüğünden şüpheleniyorum.

Mevcut AB konuşmalarında Birleşik Krallık’ın inatçı engelleme politikası, kendisini ABD gücünün önünde güçsüz düşürmek konusundaki istekliliğine kesinlikle aykırıdır. Dominic Cummings, önümüzdeki altı ay boyunca başbakanlıkta danışman olarak görevinde kalmayı hedefliyor. Diğer bir deyişle, AB’den ayrılmak için geçiş sürecinin uzatılmamasını, anlaşmasız bir Brexit’i muhtemel hale getirmeyi sağlamaya yetecek kadar uzun süre görevde kalacak.

Tıpkı Donald Trump’ın, Barack Obama’nın mirasını silmeye çabalaması gibi, Boris Johnson ve Cummings, Clement Attlee’nin daha derin mirasını silmeye çabalıyor. Egemenlikle ilgili değil bu. Denetimi geri almakla ilgili değil bu. İngiliz değerleriyle veya İngiliz özerkliğiyle ilgili değil bu. Bu, halk ya da parlamentonun karşı koyamayacağı yollarla, serbestleşmeyi kilitlemeyle ve yürürlükteki kamu hizmetlerinin yok edilmesiyle ilgilidir. Anlaşmasız bir Brexit ve cebri bir ABD ticaret anlaşmasının birleşimi, hükümetin kuralların ve korumaların geniş bir yelpazesini ortadan kaldırmasına, partiye finans sağlayan afet kapitalistleri için bir cennet ve geri kalanımız için bir cehennem yaratılmasına yol açacaktır. Salgını umursamayarak, halihazırda 800.000 imza toplanmış gıda standartları dilekçesini umursamayarak, getireceği ekonomik ve siyasi zararı umursamayarak, bu gündemi izlemeyi amaçlıyorlar. Bu onların oyunu ve bunu durdurmak için bütün demokratik araçları kullanmalıyız.

George Monbiot

The Guardian’dan çeviren: Deniz Vural

Bir Yorum Yazın