Le Monde için Nicolas Truong´un 24 Mart 2020’de, Giogio Agamben´in, “Pandemiyi engellemek için uygulamaya koyulan güvenlik önlemlerinin” çok ciddi etik ve siyasi sonuçlarını analiz ettiği röportaj.
–Il Manifesto’da yayınlanan bir metinde, küresel Kovid-19 pandemisinin “varsayımsal bir salgın” olduğunu, “bir tür grip” den başka bir şey olmadığını yazdınız. Özellikle İtalya’da, kurbanların sayısı ve virüsün yayılma hızı göz önüne alındığında, bu yorumları yaptığınıza pişman oldunuz mu?
Ben ne bir virolog ne de bir doktorum. Ve bir ay önce yayınlanan söz konusu makalede yaptığım tek şey, İtalya Ulusal Araştırma Merkezi´nin görüşünün ne olduğunu, birebir onlardan alıntı yaparak aktarmaktı. Ancak, bilim insanları arasındaki salgınla ilgili tartışmalara girmeyeceğim; beni ilgilendiren asil şey, buradan ortaya çıkacak son derece ciddi etik ve politik sonuçlar.
–“Öyle görünüyor ki, artık istisnai durum önlemlerine gerekçe olma ihtimalini yitiren terörizmin yerine, bir salgının icadı, bu önlemleri mevcut sınırlarının ötesine genişletmek için ideal bahaneler sunabiliyor“ diye yazıyorsunuz. Bu salgının bir “icat” olduğu iddianızı hangi gerekçelere dayandırıyorsunuz? İlla da terörizm değil de bir epidemi gibi gerçek durumlar kabul edilemez olarak görülebilecek güvenlik politikalarına yol açamaz mı?
Politik alanda bir icattan bahsediyorsak eğer, unutulmaması gereken şey, bunun saf haliyle bir öznellik anlamına gelmeyeceğidir. Tarihçiler bilirler, tabiri caizse nesnel komplolar, yani bir tanımlanmış/kimliklendirilmiş faillerin yönlendirilmesi olmadan da işlevini yerine getiriyor olabilen komplolar vardır. Benden önce Michel Foucault’nun gösterdiği gibi, güvenlik yönetimleri mutlaka istisnai bir durum üreterek değil, o durum ortaya çıktığında onu kendi yararına kullanarak ve yöneterek işler. Çin gibi totaliter bir yönetimin, salgını, tüm bir bölgeyi izole edip kontrol etme imkânını test etmenin ideal bir yolu olarak gördüğünü düşünen tek kişi de ben değilim ayrıca. Ve aslında Avrupa´da Çin´i bir rol model olarak gösterebildiğimiz gerçeği, korkunun bizi razı ettiği siyasi sorumsuzluk derecesini de göstermektedir. Kendimize şu soruyu sormalıyız; Çin´in aniden kapatmayı salgının yaygınlaşmasını önlemenin en iyi yolu olduğunu ilan etmesi biraz garip değil mi?
–Bilim insanları, virüsün yayılmasını durdurmak için en temel araçlardan biri olarak kapatmayı görürken, bu olağanüstü hâl neden gerekçesiz sizce?
Durumumuzu karakterize eden, dillerin Babil benzeri karmaşıklığında, her birey kategorisinin, başkalarının neden böyle yaptığını ve düşündüğünü pek de hesaba katmadan, kendi özgün gerekçelerini takip etmeleridir. Virolog için savaşılacak düşman virüstür; doktor için amaç şifadır, hükümetler içinse kontrolü sağlamakla ilgilidir. Ve ben de bunun için ödenmesi gerekecek bedelin çok yüksek olmaması gerektiğini akılda tutarak aynı şeyi yapıyorum. Avrupa’da önceden de epey salgınlar oldu, ancak İtalya’da ve Fransa´da hiç kimse bunda olduğu gibi, pratik yaşamımızı engelleyen bir olağanüstü hâl ilan etmeyi düşünmemişti. Hastalığın şimdiye kadar İtalya’nın binde birinden azını etkilediği düşünülürse, salgın gerçekten de kötüleştiğinde neler yapılacağını merak ediyor insan. Korku kötü bir rehberdir ve ülkeyi, herkesin bir başkasına hastalığı bulaştırma vesilesi olarak baktığı, bulaşıcı hastalık yayan bir ülkeye dönüştürmenin gerçekten doğru bir çözüm olduğunu sanmıyorum. Bu yanlış mantık hep aynı işliyor: nasıl ki terörizm meselesinde, özgürlüğün savunulabilmesi için yine özgürlüğün baskı altına alınması gerektiği onaylattırıldıysa, burada da hayatı korumak için hayatın askıya alınması gerektiği söyleniyor bizlere.
–Kalıcı bir istisna durumunun kuruluşuna mı tanıklık ediyoruz?
Salgının açıkça gösterdiği şey, devlet yönetimlerinin uzun zamandır bizi alıştırdığı istisna durumunun normal durum haline gelmesidir. İnsanlar kalıcı bir kriz durumuyla yaşamaya öyle alıştırılmışlar ki, hayatlarının salt biyolojik bir hale indirgendiğinin ve bu hayatların sadece politik boyutunu değil, aynı zamanda her bir insani boyutunu da kaybettiklerinin farkına varamayabiliyorlar. Kalıcı bir olağanüstü hâl durumunda yaşayan bir toplum özgür bir toplum olamaz. Sözde “güvenlik nedenleri“ için özgürlüğünden feragat eden ve böylece korku ve güvensizlik içinde sürekli olarak yaşamaya mahkûm edilen bir toplumda yaşıyoruz.
–Hangi anlamda biopolitik bir krizi deneyimliyoruz?
Modern siyaset başından sonuna kadar, temel ayağının haddizatında biyolojik yaşam olduğu biopolitiktir. Yeni gerçek şu ki, sağlık her ne pahasına olursa olsun yerine getirilmesi gereken yasal bir yükümlülük haline geliyor.
–Peki sizce, hastalığın ciddiyeti değil de ürettiği herhangi bir ahlaki ve siyasi çöküş veya yıkım neden sorun?
Korku insanın görmüyormuş gibi yaptığı birçok şeyin görünür olmasına neden olur. Bunlardan ilki, toplumumuzun artık çıplak hayattan başka bir şeye inanmıyor olmasıdır. Bana aşikâr gelen şey, İtalyanların, hastalık bulaşması tehlikesi karşısında pratik olarak her şeyden; normal yaşam koşullarından, sosyal ilişkilerinden, işinden, hatta dostluklarından, sevdiklerinden, siyasi ve dini inançlarından feragat etmeye istekli olduklarıdır. Çıplak hayat insanları birleştiren bir şey değildir, tersine onları kör eden ve ayrıştıran bir şeydir. Öteki insanlar, tipik Alessandro Manzoni´nin The Betrothed (Nişanlılar) romanında tanımladığı, en az bir metre mesafe bırakılması, bu kuralı ihlal edip yakınınıza geldiklerinde hapsedilmeleri gereken vebalılar gibi, hastalık bulaştıran unsurlardan başka bir şey değildir. Ölülere bile -bu gerçekten barbarca- artık bir cenaze töreni yapılmıyor ve naaşlarına ne olduğu belli değil. Dostlarımız, komşularımız artık yok. Ve Batı’da hüküm süren iki dinin, Hristiyanlığın ve kapitalizmin, İsa’nın dininin ve paranın dininin sessiz kalması gerçekten çok korkunç. Kendini bu koşullarda yaşamaya alıştıran bir ülkede insan ilişkileri ne hale gelir? Ve artık hayatta kalmaktan başka bir şeye inanmayan bir toplum, toplum mudur? Bambaşka bir belirsiz tehlikeyle karşı karşıya kalmış bütünlüklü bir toplumun, tüm etik ve politik değerlerini bu denli likide ediyor olmasını görmek gerçekten de üzücü bir manzara. Her şey bittiğinde, artık biliyorum ki, normal koşullara bir daha geri dönmeyeceğim.
–Sizce bundan sonra dünya nasıl olacak?
Beni endişelendiren şey sadece şu an değil, sonra neyin geleceği. Tıpkı savaşların barışa, arkasında bir dizi alçakça teknolojiyi miras bırakması gibi, aynı şekilde devlet yönetimleri de, sağlıkta olağanüstü halin sona ermesinden sonra, gerçekleştirilmesini henüz tamamlayamadıkları deneylere devam etmeye çabalayacaklar: üniversitelerin ve okulların kapanması ve sadece online dersler verilmesi, kültürel ve politik sebeplerle bir araya gelip konuşmaya son verip sadece dijital mesajların dolaşıma sokulması, insanlar arasındaki bütün ilişkilerin -bütün karşılıklı etkileşimlerin- yerini mümkün olduğunca makinalara bırakması.