Yunan tarihçi Plutarchus’un aktardığı efsaneye göre Atina’nın efsanevi kralı Theseus için bir gemi yaptırılır. Sağlam omurgasıyla düşman gemileriyle en şiddetli çarpışmalardan sağ salim çıkacak, tanrıların kutsadığı, bu yüzden batması olanaksız bir gemi.
Zaferle çıktığı her çarpışmadan sonra pek çok parçası eskir ve bu parçalar mecburen değiştirilir. Ancak halk nezdinde kutsal olan bu geminin hiçbir parçası atılmaz. Bir yerlerde biriktirilir.
Uzunca süren son seferine çıktığında, ilk parçalarından eser yoktur artık gemide. Bu uzun sefer sırasında halk boş durmamış, eskimiş ama eksiksiz parçalarından, geminin ilk halinin aynısı bir anıt gemi yapmıştır.
Sorun burada başlar. O kutsanmış gerçek gemi hangisidir? Hali hazırda pek çok çarpışmaya giren gemi mi, yapıldığı ilk günkü haliyle yeniden inşa edilmiş anıt gemi mi, yoksa halkın kutsal gördüğü o geminin “idea”sı mı?
Değişik versiyonları olan bu paradoksal mitolojik öykü, bana hep Türkiye’yi anımsatır.
1923’te ilanından sonra, 1924’te ilk anayasasını yazan bu Cumhuriyetin kurucularının, “Büyük Türkiye”si ve “Büyük Türkiye İdeası” şu anda var olan “Büyük Türkiye”yle aynı mı?
“Büyük Türkiye”den bahsederken herkes aynı kavramı mı ifade ediyor? Tartışmalarımızın, bütün siyasetimizin kargaşası, kavramları ifade ederken, aynı şeyden bahsetmiyor olmamız değil mi?
Kuruluş ilkeleri itibariyle şüphesiz bir “idea” olan “Büyük Türkiye”ye Cumhuriyet’in ilk yıllarında ne kadar ulaşılabildiği başka bir konudur. Ama halkın büyük çoğunluğunun katkısıyla, bu ideaya hizmet eden bir gemi suya indirildi.
Aradan geçen 97 yılda, darbeler, cuntalar, kargaşalar, siyasi ihanetler, anayasal değişiklikler sonucu tüm parçaları değişen bu gemi, aynı gemi mi?
Peki bugün siyasetin içinde, geleceğin “Büyük Türkiye”si için aynı kavramlarla tartışabileceğimiz bir zemin mümkün olacak mı? Yoksa her kesim kendi yarattığı “gerçek dışı gerçeklik” içinde avunmaya devam mı edecek?
Tanju Aşanel
Türkiye Cumhuriyeti 1920`lerde kuruldu ve ilke olarak o günkü bilimsel gelişmeleri benimsedi. Bu yüzden cumhuriyetin ilk yıllarda fransa menşeili pozitivist bilim anlayışı belirleyici oldu ama dünya 1940’larda ve II. Dünya savaşı sonrası post-pozitivist bilim anlayışına girdi. Türkiye bu değişimden bihaber 70 yıl akademilerde yaşam sürmeye başladı zaten eğitim müfredatımız 2000’lere kadar hiç güncellenmedi. Ben post-pozitivist savunmacılığı yapmayacağım ama pozitivizmden postpozitivizme olan paradigma değişiminde belirleyiciolan Wittgenstein gibi bir dehadan mağrum kalmamız hep pozitivist direnç yüzünden oldu. Atatürk’e karşı yapılmış en büyük ihanet olarak da bunu görürüm. Cumhuriyetimiz Viyana ve Cambridge’de cereyan eden akademik gelişmelerden bihaber büyüdü ve hep batı siyasetinin benimsediği politikalar izlendi, akademik gelişmeler değil.
Türkiye Cumhuriyetinin benimsediği altı ana ilkeden her biri bir ideaya denk gelir, bu da rejimi idealist yapar. Bunda hemfikirim