Dünyanın Sonu: Sessiz Bir Evrenin, İnsanları En Kötüden Korkmaya Nasıl Sürüklediğinin Tarihi

Yıl 1950 ve bir grup bilim insanı Rocky Dağları’nın görkemli arka planına karşı öğle yemeği için yürüyorlar. Bilimsel efsane olacak bir konuşma gerçekleştirmek üzereler. Bilim adamları, Manhattan Projesi’nin alanındaki Los Alamos Çiftlik Okulu’nda, grubun her birinin son zamanlarda atomik çağın başlangıcında rol aldıkları yerdeler.
New York şehrinde ortadan kaybolmuş bir dizi çöp varili için beklenmedik bir izahat yapan New Yorker’daki bir karikatüre gülüyorlardı. Karikatür, çöp varillerini çalan, uçan dairelerinden güvenle boşaltan “küçük yeşil adamları” (antenleri ve suçsuz gülümsemeleriyle tamamlamış) tasvir etmişti.

Nükleer bilim adamları grubu, büyük bir kütükten ibaret yemekhanede öğle yemeğine oturduğu sırada, içlerinden biri konuşmayı daha ciddi konulara çevirir. “Öyleyse herkes nerede?” diye sorar. Hepsi onun (içtenlikle) dünya dışı varlıklar hakkında konuştuğunu bilir.
Enrico Fermi’nin sorduğu ve artık “Fermi’nin Paradoksu” olarak bilinen sorunun ürpertici etkileri var.

Varil çalan UFO’lara rağmen, insanlık hala yıldızlar arasında zeki bir hareket kanıtı bulamadı. Astro-mühendisliğin tek bir başarısı, görülebilir tek bir süper yapı, tek bir uzay imparatorluğu, bir radyo iletimi bile yok. Yukarıdaki gökyüzünün ürkütücü sessizliğinin bize, kendi medeniyetimizin gelecekteki seyri hakkında uğursuz bir şey söyleyebileceği iddia edildi.
Bu tür korkular artıyor. Geçen yıl, astrofizikçi Adam Frank, Google’da bir izleyici kitlesine, iklim değişikliğini ve antroposenin yeni vaftiz edilen jeolojik çağını, bu kozmolojik zemine karşı gördüğümüzü söyledi. Antroposen, insanlığın enerji yoğun faaliyetlerinin Dünya üzerindeki etkilerini ifade eder. Uzayın hakimi galaktik medeniyetlerin kanıtını göremeyişimizin sebebi, kaynak tükenmesi ve daha sonraki iklim çöküşüyle beraber, hiçbirinin bu kadar uzağa gidememesi mi? Eğer öyleyse, biz neden farklı olmalıyız?

Frank’ın konuşmasından birkaç ay sonra, Ekim 2018’de, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nın küresel ısınma hakkındaki güncellemesi heyecan yarattı. Bu güncelleme karbondan arınmazsak, kasvetli bir gelecek öngörüyordu. Ve Mayıs ayında, “Yok oluş İsyanı”nın protestoları arasında, yeni bir iklim raporu açıklandı ve şu uyarıda bulundu: “Dünyadaki insan yaşamı yok olma yolunda olabilir.”

Bu arada NASA, bir ay içinde New York’u vuracak bir asteroit hakkında basın bültenleri yayınlıyordu. Bu elbette bir kostümlü provadır: böyle bir felakete verilen yanıtları simüle etmek için tasarlanmış bir “stres testi”nin parçasıdır. NASA, böyle bir felaket olasılığından endişe duyuyor. Bu tür simülasyonlar maliyetlidir.
Uzay teknisyeni Elon Musk, aynı zamanda yapay zeka hakkındaki korkularını on milyonlarca YouTube izleyicisine aktarıyor. O ve diğerleri, yapay zeka sistemlerinin, kendilerini yeniden yazma ve kendini geliştirme yeteneklerinin, bizi geride bırakacak ani bir kaçış süreci veya “zeka patlaması”nı tetikleyebileceğinden endişe ediyor; yapay bir süper zekanın bizi ortadan kaldırması için, kazara kötü niyetli olması bile gerekmiyor.
2015 yılında Musk, trans hümanist Nick Bostrom başkanlığındaki Oxford’un İnsanlığın Geleceği Enstitüsü’ne bağışta bulundu. Üniversitenin Ortaçağ kulelerinde yerleşik Bostrom’un enstitüsü, insanlığın uzun vadeli kaderini ve gerçekten kozmik bir ölçekte karşı karşıya olduğumuz tehlikeleri inceleyerek, iklim, asteroitler ve yapay zeka gibi şeylerin risklerini tetkik ediyor. Ayrıca daha az iyi duyurulmuş konulara da bakıyorlar. Fizik deneyleri, gama ışını patlamaları, gezegeni tüketen nanoteknoloji ve patlayan süpernovaları yok eden evrenin hepsi bu bakışın altına girdi.
Dolayısıyla insanlığın, insan neslinin tükeniş işaretleriyle gittikçe daha fazla ilgilendiği anlaşılıyor. Küresel bir topluluk olarak, şiddeti giderek artan geleceklerle daha çok muhatap oluyoruz. Havada bir şey var.
Ancak bu eğilim aslında post-atomik çağ için özel değil: Yok olma konusundaki artan endişemiz bir geçmişe sahip. Uzun zamandır geleceğimiz için daha çok ve daha çok endişeleniyoruz. Doktora araştırmam bunun nasıl başladığını anlatıyor. Bu hikayeyi henüz kimse anlatmadı ancak şimdiki anımız için bunun önemli olduğunu hissediyorum.
İnsanlığın Geleceği Enstitüsü gibi mevcut projelerin, bizzat iki yüz yıl önce ilk defa kurduğumuz, devam eden bir “aydınlanma” projesinin filizleri ve devamı olarak nasıl ortaya çıktığını öğrenmek istedim. Geleceğimize ilk kez nasıl özen gösterdiğimizi hatırlamak, neden bugün özen göstermeye devam etmemiz gerektiğini teyit etmeye yardımcı olur.

Yok Oluş, 200 yıl Önce
1816’da da havada bir şey vardı. Bu 100 megaton sülfat aerosol tabakasıydı. Gezegeni kuşatan şey, önceki yıl Endonezya’da Tambora Dağı’nın patlamasıyla stratosfere dağılan malzemeden oluşuyordu. Holosen sırasında uygarlığın ortaya çıkmasından beri, en büyük volkanik patlamalardan biriydi bu.

Güneşi neredeyse tamamen çevreleyen Tambora’nın zerrecikleri, küresel hasat çöküşü, kitlesel kıtlık, kolera salgını ve jeopolitik istikrarsızlığa neden oldu. Ve ayrıca insanlığın yok oluşunun ilk popüler kurgusal tasvirlerini tetikledi. Bu tasvirler, Lord Byron, Mary Shelley ve Percy Shelley de dahil olmak üzere bir grup yazardan geldi.
Grup, Tambora’nın iklim bozukluğunun sebep olduğu devasa fırtınaların kendilerini villalarının içine hapsetmesi sırasında İsviçre’de tatil yapıyordu. Burada insanlığın uzun vadeli beklentilerini tartıştılar.
Açıkça bu konuşmalardan ve 1816’ların cehennem havasından ilham alan Byron hemen “Karanlık” başlıklı bir şiir üzerinde çalışmaya başladı. Şiirde, güneşimiz yok olsa ne olacağını tasvir etmiştir:

Hepsi bir rüya olmayan bir rüya gördüm
Parlak güneş tükenmiş ve yıldızlar
Sonsuz boşlukta karanlıkta dolaştı
Işınsız ve yolsuz ve buzlu toprak
Aysız havada kör ve karararak sallandı

Biyosferin devam eden sterilizasyonunu ayrıntılandırmak bir karışıklığa neden oldu. Ve neredeyse 150 yıl sonra, Soğuk Savaş gerginliklerinin zemininde, “Atom Bilimcileri Bülteni” Byron’ın şiirini nükleer kışın şiddetini gösterirken anımsadı.

İki yıl sonra, Mary Shelley’in Frankenstein’ı (belki de sentetik biyolojiyle ilgili ilk kitap) laboratuvarda doğmuş bir canavarın, homosapieni rakip bir tür olarak geride bırakma ve yok etme potansiyelinden bahseder. 1826’da Mary, Son Adam’ı yayınladı. Bu pandemik patojenin elinde tasvir edilen insanlığın yok oluşu hakkında yazılan ilk uzun soluklu romandı.

Bu gösterişli kurguların ötesinde, diğer yazar ve düşünürler bu tür tehditleri zaten tartışmışlardı. Samuel Taylor Coleridge, 1811 yılında özel not defterlerinde “yakındaki bir kuyruklu yıldız tarafından yakılmış ve hala devam eden, insansız şehirler, nehirsiz beş mil derinliğinde kanallar” hakkında hayal kurdu. 1798’de Mary Shelley’in babası, politik düşünür William Godwin, türümüzün sonsuza dek devam edip edemeyeceğini sorguladı.

Sadece birkaç yıl önce Immanuel Kant, küresel barışın “sadece insan ırkının engin mezarlığında” elde edilebileceğini karamsar bir şekilde ilan etmişti. Kısa bir süre sonra, insanlığın soyundan gelerek, daha zeki olan ve bizi bir kenara itecek olan bir oluşumdan endişelenecekti.
Daha önce 1754’te, filozof David Hume, “insan, her hayvan ve sebze ile eşit olarak yok oluşta yer alacak” şeklinde ilan etmişti. Godwin, “en derin sorgulayıcılardan bazıları”nın son zamanlarda “türümüzün yok olmasıyla” ilgilendiğini kaydetti.

1816’da Tambora’nın parıldayan gökyüzünün arka planına karşı, bir gazete makalesi bu büyüyen mırıldanışa dikkat çekti. Çok sayıda yok oluş tehdidi listeledi. Küresel soğumadan, yükselen okyanuslara, gezegenler arası çatışmalara kadar, insan neslinin tükenmesi hakkında yeni bilimsel kaygıyı ön plana çıkardı. Makale fazla düşünmeden, “böyle bir felaket olasılığı günlük olarak artıyor” dedi. Mahcubiyet duymaksızın şunu belirterek konuyu kapattı: “İşte o zaman dünyanın rasyonel sonu!“

Bundan Önce Evrenin Meşgul Olduğunu Düşündük
Peki insanlar 18. yüzyılda insan neslinin tükenmesinden endişe ettiyse, önceki kavram neredeydi? Mutlaka İncil’de kıyamet gününe yetecek kadar kıyamet vardır. Ancak yok olmanın kıyametle hiçbir ilgisi yoktur. İki fikir tamamen farklı,hatta çelişkili.

Başlangıç olarak, kıyamet kehanetleri, şeylerin nihai ahlaki anlamını ortaya çıkarmak için tasarlanmıştır. İsminden belli: Kıyamet, vahiy demek. Yok olma,doğrudan zıtlıkla kesin olarak hiçbir şey açığa çıkarmaz ve bunun nedeni, anlamın ve ahlakın kendisinin sonunu öngörmesidir: İnsan yoksa insani olarak anlamlı hiçbir şey kalmaz.

Ve bu yüzden yok oluş kesinlikle önemlidir. Kıyamet günü, sonunda evrenin nihayetinde “adalet” dediğimizle uyum içinde olduğunu bilerek rahat hissetmemizi sağlar. Hiçbir şey gerçekten tehlikede değildi. Öte yandan, yok olma bizi sevdiğimiz her şeyin hep tehlikede olduğu konusunda uyarır. Başka bir deyişle, her şey tehlikededir.

Aydınlanma öncesinde yaygın olan, fondaki bir varsayım nedeniyle, yok oluş 1700’den önce fazla tartışılmamıştı, evrenin doğasının mümkün olduğunca değer ve pahaya sahip olmasının doğası gereği. Bu da insanların diğer tüm gezegenlerin bizim gibi “yaşayan ve düşünen varlıklar”la dolu olduğunu varsaymalarına yol açtı.

Her ne kadar 16. ve 17. yüzyıllarda Kopernik ve Kepler’den sonra gerçekten geniş çapta kabul gören bir gerçek haline gelse de; çoğul dünyalar fikri antik çağa kadar uzanıyor, Epikür’den, Cusa’ya ve Nicholas’a kadar entelektüeller,kendimize benzer yaşam biçimleriyle yaşamı öneriyorlar. Ve insansı varlıklarla sınırsızca doldurulmuş bir evrende, bu varlıklar (ve değerleri) asla tamamen tükenmez.

1660’larda Galileo tamamen ahlaksız ya da nüfusu olmayan bir dünyanın “ahlaken haksız” olması nedeniyle “doğal olarak imkansız” olduğunu ilan etti. Gottfried Leibniz daha sonra “evrende tamamen nadasta, steril veya ölü” hiçbir şeyin olamayacağını açıkladı.
Aynı çizgide, çığır açan bilim insanı Edmond Halley (ünlü kuyrukluyıldıza kendisinin adı verilmiştir), 1753’te gezegenimizin iç kısmının da aynı şekilde “yaşadığı” şeklinde akıl yürüttü. Doğanın herhangi bir bölümünün ahlaki varlıklar tarafından “boş bırakılması” için “haksızlık” olacağını savundu.

Bu sırada Halley aynı zamanda, “kitlesel yok olma” olayı üzerine ilk teoriyi ortaya koydu. Kuyruklu yıldızların daha önce türlerin tüm “dünyalarını” yok ettiğini tahmin etti. Yine de daha önceki her felaketten sonra, “insan uygarlığının güvenilir bir şekilde yeniden ortaya çıktığını” ileri sürmüştür. Bugün olsa, yine böyle yapardı. Ancak böyle bir olayın ahlaki açıdan haklı olduğunu söylerdi.

Daha sonra 1760’larda filozof Denis Diderot, insanların soyunun tükenip tükenmeyeceği sorulduğunda bir akşam yemeğine katılmıştı. “Evet,” yanıtını verdi, “ancak milyonlarca yıl sonra ‘insan adını taşıyan iki ayaklı hayvanın’ kaçınılmaz olarak yeniden evrimleşeceğini,” ekleyerek bunu hemen nitelendirdi.

Çağdaş gezegen bilimci Charles Lineweaver’ın “Maymunlar Hipotezi Gezegeni” olarak tanımladığı şey budur. Bu, “insan benzeri zeka”nın kozmik evrimin tekrarlayan bir özelliği olduğuna dair yanlış yönlendirilmiş varsayımı ifade eder: yabancı biyosferlerin bizim gibi varlıkları güvenilir bir şekilde üreteceği varsayımını. Bugün silinirsek, bizim gibi bir şeyin yarın kaçınılmaz olarak geri döneceğine dair yanlış varsayımın ardında yatan şey budur.

Diderot’nun zamanında, bu varsayım şehirdeki tek oyundu. Bir İngiliz gökbilimcinin 1750’de gezegenimizin yok edilmesinin, Dünya’da “doğum günleri veya ölümler” kadar az önem taşıyacağını yazmasının nedeni buydu.

O zamanlar bu tipik düşünceydi. Sonsuz nüfuslu bir evren boyunca sonsuza dek geri dönen insancılların hakim dünya görüşü içinde geleceğe bakmak için herhangi bir baskı veya ihtiyaç yoktu. İnsanların neslinin tükenmesi önemli değildi. Düşünülemez olma noktasına kadar önemsizdi.
Aynı nedenlerle “gelecek” fikri de eksikti. İnsanlar bunu şimdi yaptığımız gibi umursamadılar. Riskle dolu bir geleceğin aciliyeti olmadan, bunu tahmin etmeye ve önermeye çalışmak yerine, onunla ilgilenmek için hiçbir motivasyon yoktu.
1700’lerde başlayıp 1800’lerde tırmanışa geçen bu dogmaların yıkılması, 1900’lerde “Fermi’nin Paradoksu”nun duyurulmasına zemin hazırladı ve bugün kozmik güvencesizliğimiz için artan ilgimize yol açtı.

Fermi Paradoksu : Altyazılardan Türkçeyi seçebilirsiniz

Ama Sonra Göklerin Sessiz Olduğunu Fark Ettik
Buradaki değişebilir konumumuzu gerçekten önemsemek için, önce üstümüzdeki kozmik gökyüzünün ezici bir şekilde sessiz olduğunu fark etmeliydik. İlk başta yavaş yavaş ivme kazandıktan sonra bu farkındalık, Diderot’nun akşam yemeğiyle aynı zamana sahip olmaya başladı.
Bulduğum farklı bir düşünce tarzının ilk örneklerinden biri, Fransız diplomat Claude-Nicholas Le Cat’in dünyanın bir tarihini yazdığı 1750’den kalma. Halley gibi o da şimdi tanıdık olan “harabe ve yenileme” döngülerini sundu. Halley’den farklı olarak, insanların bir sonraki felaketten sonra geri dönüp dönmeyecekleri belirsizdi. Şok olmuş bir eleştirmen, “Dünya’ya yeni sakinlerin yeniden yerleştirilip yerleştirilemeyeceğini” bilmeyi talep ederek bunu ele aldı. Cevap olarak yazar, “fosil kalıntılarımızın, eğer var olacaklarsa, yeni dünyanın yeni sakinlerinin merakını” tatmin edeceğini iddia etti. Geri dönen sonsuz insani döngü gevşemişti.

Buna paralel olarak, Fransız ansiklopedist Baron d’Holbach, “Bizim gibi,diğer gezegenlerde kendimize benzeyen varlıklar tarafından yaşandığına dair varsayım,” diyerek alay etti. Tam olarak bu dogmanın (ve evrenin doğal olarak ahlaki değerlerle dolu olduğu inancının) insan türünün varoluştan kalıcı olarak “kaybolabileceğini” uzun süredir takdir etmesini engellediğini kaydetti. 1830’a gelindiğinde Alman filozof F.W.J. Scelling, “insansı varlıkların her yerde bulunduğunu ve nihai amaç olduğunu” varsayarak tamamen naif olduğunu açıkladı.

Ve böylece, Galileo’nun bir zamanlar ölü bir dünya fikrini savuşturduğu yerde Alman astronom Wilhelm Olbers 1802’de, Mars-Jüpiter asteroit kuşağının aslında parçalanmış bir gezegenin kalıntılarından oluştuğunu önerdi. Bundan rahatsız olan Godwin bunun, yaratıcının, “yaratılışının” bir kısmının dayanılmaz bir şekilde “işgal edilemez” olmasına izin verdiği anlamına geleceğini belirtti. Ancak bilim adamları yakında, bir zamanlar ahlaki sezgilerin hakim olduğu soğuk sayıları atayarak, bir gezegeni çatlatmak için gereken patlayıcı gücü hesaplıyorlardı. Olbers, böyle bir olayın Dünya’ya gelmesini bekleyeceği kesin bir zaman dilimi hesapladı.

Şairler “patlamış dünyalar” yazmaya başladı.
Yaşamın kozmik kırılganlığı yadsınamaz hale geliyordu. Eğer Dünya güneşten uzaklaşırsa, 1780’lerden Parisli bir günlükçü, yıldızlararası soğukluğun “insan ırkını yok edeceğini ve boşluktaki yerkürenin çorak, nüfustan arınmış bir görünüm sergileyeceğini” hayal etti. Kısa süre sonra, İtalyan pesimist Giacomo Leopardi de aynı senaryoyu tasavvur etti. “Güneşin ışıltısıyla, insanlığın karanlıkta öleceğini, kaya kristali parçaları gibi donacağını,” söyledi.

Galileo’nun inorganik dünyası şimdi ürpertici bir olasılıktı. Sonunda hayat kozmik olarak hassaslaşmıştı. Ne gariptir ki bu takdir, yukarıdaki gökleri ovarak değil, aşağıdaki zemini araştırarak geldi. İlk jeologlar, 1700’lerin sonlarında, Dünya’nın kendi tarihine sahip olduğunu ve organik yaşamın her zaman bunun bir parçası olmadığını fark ettiler. Biyoloji burada, Dünya’da kalıcı bir eklenti bile olmamıştır; neden başka bir yerde olmalı? Birçok türün daha önce tükenmiş olduğuna dair artan bilimsel kanıtla birleştiğinde, bu 19.yüzyılın başlamasıyla yaşamın kozmolojik konumu hakkındaki görüşümüzü yavaşça değiştirdi.

Elon Musk’ın TEDx konuşmasını Türkçe altyazıyı seçerek Türkçe izleyebilirsiniz

Yıldızlarda Ölümü Görmek
Ve böylece Diderot gibi insanların, 1750’lerde evrene baktığı ve insancıllarla dolu bir petri kabını gördükleri yerde, Thomas de Quincey gibi yazarlar 1854’e kadar Orion bulutsusuna bakıp sadece devasa bir inorganik “kafatası” ve onun ışık yılı uzunluğundaki gaga açıklığındaki sırıtışı gördüler.

Gökbilimci William Herschel, daha önce 1814’te galaksiye bakmanın “bir tür kronometre”ye bakmakla eş olduğunu fark etmişti. Fermi de Quincey’den bir asır sonra telaffuz edecekti ama insanlar zaten temel kavramı seziyorlardı: Ölü boşluğa bakarak, sadece kendi geleceğimize bakıyorduk.

İnsanlar yeryüzündeki zeki aktivitenin ortaya çıkmasının kabul edilmemesi gerektiğinin farkındaydılar. Bunun farklı bir şey olduğunu görmeye başladılar, sessiz alan derinliklerine karşı öne çıkan bir şey. Sadece değerli olduğunu düşündüğümüz şeyin kozmolojik temel olmadığını fark ederek, bu tür değerlerin mutlaka doğal dünyanın bir parçası olmadığını kavramaya başladık. Bunun farkına varmak onların tamamen kendi sorumluluğumuz olduğunu fark etmekti. Bu da bizi modern öngörü, önleme ve strateji projelerine çağırdı. Bu şekilde geleceğimizi önemsemeye başladık.

İnsanlar, neslimizin yok oluşu hakkında konuşmaya başlar başlamaz, olası önleyici tedbirler önerildi. Bostrom şimdi buna “makrostrateji” diyor. Bununla birlikte, 1720’lerin başlarında, Fransız diplomat Benoit de Maillet, iklim çöküşüne karşı tampon yapmak için kullanılabilecek devasa jeomühendislik özelliklerini öneriyordu. Jeolojik bir güç olarak insanlık kavramı, uzun vadeli düşünmeye başladığımızdan beri her zaman olmuştur; bilim adamları bunu son zamanlarda kabul etmiş ve ona bir isim vermiştir: “Antroposen”.

Teknoloji Bizi Kurtaracak mı?
Yazarların varoluşsal tehdide karşı korunmayı amaçlayan, teknolojik olarak ileri düzeyde gelecekler hazırlamaya başlamaları çok uzun sürmedi. 1830’lu ve 1840’lı yıllarda eksantrik Rus gelecek bilimci Vladimir Odoevsky, insanlığın küresel iklimi tasarladığını yazarak,örneğin kuyruklu yıldızları ve diğer tehditleri “itmek” için devasa makineler kurduğunu hayal etti. Yine de Odoevsky, öz sorumlulukla riskin geldiğinin de farkındaydı: kürtaj başarısızlığı riski. Buna göre, aynı zamanda insanlığın kendi teknolojisiyle kendini yok etme olasılığını öngören ilk yazar oldu.

Bununla birlikte, bu akla yatkınlığın kabulü, mutlaka umutsuzluğa davetiye değildir; ve öyle kalır. Basitçe, evrenin insanlarla dolu olmadığını fark ettiğimizden beri, insanlığın kaderinin bizim elimizde olduğunu takdir etmeye geldiğimizi gösteriyor. Bu görev için henüz uygun olmadığını kanıtlayabiliriz, ancak (o zamandan beri) insanların veya bizim gibi bir şeyin, kaçınılmaz olarak yeniden ortaya çıkacağına inanarak duramayız; burada veya başka yerlerde.

1700’lerin sonlarından başlayarak, bunun takdiri, derin geleceğe yönelik endişeyle süpürülme eğilimimize girmiştir. Bostrom’un “İnsanlığın Geleceği Enstitüsü” gibi mevcut girişimler, bu geniş ve düzenleyici tarihsel taramadan ortaya çıkmaktadır. İklim adaleti için süregelen taleplerden uzay kolonizasyonu hayallerine kadar, hepsi aydınlanma sırasında iki yüzyıl önce kendimiz için belirlemeye başladığımız inatçı bir görevin devamları ve sürgünleridir, aksi takdirde sessiz bir evrende, tüm insani değerlerin kaderi için sorumluyuz.

Ciddi olabilir, ancak insanlığın yok oluşundan endişe duymak, kişinin kendini iyileştirmek için çaba gösterme yükümlülüğünü fark etmekten başka bir şey değildir. Gerçekten, Aydınlanmadan bu yana, daha iyi düşünmemiz ve daha iyi davranmamız gerektiğini aşamalı olarak fark ettik çünkü bir daha asla düşünemeyebilir veya hareket edemeyebiliriz. Ve bu (en azından bana göre) dünyanın çok rasyonel bir sonu gibi görünüyor.

Oxford Üniverstesi‘nden Doç.Dr. Thomas Moynihan‘ın The Conversation‘daki yazısını ya sonrası? için Gökhan Aka çevirdi, Deniz Vural düzenledi.

Bir Yorum Yazın