NEDEN OKUNMALI? Yale Üniversitesinde Tarih ve Tıp Tarihi alanında çalışan emekli öğretim üyesi Frank M. Snowden, yeni kitabı Epidemics and Society: From the Black Death to the Present (Kara Ölümden Günümüze Epidemiler ve Toplum) salgınların siyaseti nasıl şekillendirdiğini, devrimleri nasıl engellediğini, ırksal ve ekonomik ayrımcılığı nasıl güçlendirdiğini inceliyor. The New Yorker’dan Isaac Chotiner’in Yale Üniversitesinden emekli Prof. Dr. Frank M.Snowden’la yaptığı söyleşiyi sunuyoruz.

Okuma süresi: 10 dakika

The New Yorker’dan Isaac Chotiner’in, Yale Üniversitesinden emekli Tıp tarihi profesörü Frank M.Snowden’la yaptığı söyleşi:


Yale Üniversitesinde Tarih ve Tıp Tarihi alanında çalışan emekli öğretim üyesi Frank M. Snowden, yeni kitabı Epidemics and Society: From the Black Death to the Present (Kara Ölümden Günümüze Epidemiler ve Toplum) salgınların siyaseti nasıl şekillendirdiğini, devrimleri nasıl engellediğini, ırksal ve ekonomik ayrımcılığı nasıl güçlendirdiğini inceliyor. Epidemiler, kişisel ilişkileri, sanatçıların ve entelektüellerin eserlerini, insan yapımı ve doğal çevreyi etkileyerek, yayıldıkları toplumları da dönüştürdü. Yüzyıllara ve kıtalara yayılan devasa bir çalışma kapsamında Snowden’ın anlatısı, sosyal yapıların, hastalıkların gelişmesine nasıl izin verdiğini açıklamaya çalışıyor. “Epidemik hastalıklar kaprisli bir biçimde ve uyarmaksızın toplumları etkileyen rastlantısal olaylar değildir,” diyor ve ekliyor Snowden, “Aksine her toplum kendi özgül savunmasızlıklarını üretir. Bunları incelemek, toplumların yapısını, yaşam standartlarını ve siyasi önceliklerini anlamaktır.”

Snowden’la geçen aylarda, kovid-19’un yayılmasına dair haberlerin dünya çapında piyasaları çökerttiği; ve hükümetlerin yaklaşan çok daha kötü durumlar için, çeşitli derecelerde hazırlıklara giriştiği sırada, telefonla konuştum. Söyleşimiz sırasında, salgın sırasında seyahat kısıtlamalarının siyasetini, hastalığa insanlık dışı müdahalelerin yönetimleri nasıl altüst ettiğini ve sanatçıların kitlesel ölümlerle baş etme yollarını ele aldık.

Büyük bir soruyla başlamak istiyorum: Genel olarak konuşacak olursak, epidemilerin modern dünyayı şekillendirdikleri belli başlı yollar nelerdir?

Bu soruya yaklaşmanın bir yolu konuya nasıl merak sardığımı incelemek ki bu bir çeşit çifte farkına varış. Epidemiler insanlara gerçekte ne olduklarının aynasını tutarmış gibi görünen bir hastalık kategorisidir. Bir başka deyişle salgınlar, ölümlülüğümüzle, hayatın anlamıyla, yaşamlarımızla ilişkimizdeki her şeyle açıkça ilgilidir. Onlar çevremizle (yarattığımız inşa edilmiş çevre ve yanıt veren doğal çevre) ilişkimizi de yansıtır. Diğer insanlar olarak başkalarına yönelik ahlaki ilişkilerimizi de gösterir ve bugün bunu görebiliyoruz.

Bu Dünya Sağlık Örgütünün tartışmaya devam ettiği büyük mesajlardan biri. Bu olaylarla yüzleşmek için hazırlanmanın asıl kısmı, insanlar olarak hep beraber bunun içinde olduğumuzun farkına varmaya başlamamız gerektiği. Herhangi bir yerdeki bir kişiyi etkileyen şey, her yerdeki herkesi etkiliyor. Bu nedenle de bir türün kaçınılmaz bir biçimde bir parçasıyız ve ırk ve etnisite, ekonomik statü ve bunun gibi diğer ayrımlar üzerinden değil de bu şekilde düşünmemiz gerekiyor.

Bazı ön okumalar yaptım. Bu konunun gerçekten derin felsefi, dini ve ahlaki sorunları gündeme getiren bir sorun olduğunu ve epidemilerin kısmen tarihi şekillendirdiğini düşünüyorum. Çünkü salgınlar, kaçınılmaz bir biçimde insanların büyük sorunlar üzerine düşünmelerine neden oldu. Örneğin veba salgını insanın tanrıyla ilişkisi sorununu gündeme getirdi. Bu tür bir olay, her şeyi bilen ve her şeye kadir bir ilahi varlığa rağmen nasıl meydana gelebilir? Çok sayıda çocuğun acılar içinde işkence görmesine kim izin verebilir? Ekonomi üzerinde de muazzam bir etkisi oldu. Hıyarcıklı veba bir kıtanın nüfusunun yarısını öldürdü ve bu nedenle sanayi devriminin gelişiyle birlikte kölelik ve serflik üzerinde devasa bir etkiye sahip oldu. Epidemiler, şimdi görmekte olduğumuz gibi, toplumsal ve siyasi istikrar üzerinde muazzam bir etkiye sahip. Bazen savaşların sonuçlarını belirledi ve bazen de savaşların başlamasının nedeni oldu. Öyle ki epidemik hastalıkların insan yaşamına derin bir biçimde dokunmadığı hiçbir alanın olmadığını söyleyebiliriz.

Bu tür şeylere tepkimizin çoğu zaman, genel insanlığımızdan ziyade ırksal, etnik ya da dini görüşlerimizin bir işlevi olduğunu ve bu tepkilerin bir biçimde insanların kusurlarını sergilediğini kastediyorsunuz. Ya da kastettiğiniz tamamen farklı bir şey mi?

İki şeyi kastettiğimi düşünüyorum. Nedensellik zincirinin çift yönlü işlediğini düşünüyorum. Hastalıklar toplumlara rastlantısal ve kaotik yollarla eziyet etmezler. Onlar düzenli olaylardır. Çünkü mikroplar seçici bir biçimde kendilerini genişletmek ve yaymak için, insanların yarattığı çevreyle ilgili uygun alanları araştırır. Bu uygun alanlar, kim olduğumuzu fazlasıyla gösterir. Örneğin, sanayi devriminde işçilere ve yoksullara ve en savunmasızların içinde yaşadığı koşullara ne olduğunu bizzat gördük.

Günümüzün dünyasında kolera ve verem, yoksulluğun ve eşitsizliğin yarattığı fay hattı boyunca ve bir insan olarak bizlerin, bir biçimde doğru ve uygun ya da en azından kaçınılmaz olarak kabul etmeye hazırmışız gibi göründüğümüz yolla ilerler. Ama yanıt veriş biçimimizin değerlerimize, adanmışlıklarımıza ve daha küçük birimlere değil, insan ırkının bir parçası olma hissimize bağlı olduğu da görülebilir  DSÖ’nün Çin misyonunu yöneten Bruce Aylward görevi sona erip Cenevre’ye geri döndüğünde, sizin sorduğunuza çok benzeyen bir soru sordu: “Meydana gelmesi gereken belli başlı şeylerin, şimdi ve gelecekte hazırlanacak olursak, zihniyetimizde mutlak bir biçimde temel değişiklikler olması gerekir.” Birbirimizi önemseyecek şekilde örgütlenmek için, aramızdaki en savunmasız insanların sağlığının, hepimizin sağlığının belirleyici etmeni olduğunun farkına varmak için, insan türü olarak birlikte çalışmamız gerektiğini düşünmek zorundayız ve bunu yapmak için hazır değilsek, insanlığa karşı bu devasa meydan okumalarla yüzleşmeye hiçbir zaman hazır olamayacağız.

Bana kalırsa bu oldukça kasvetli bir düşünce çünkü bu zihniyet değişikliğini deneyimlememizin olası olmadığını düşünüyorum.

(Gülerek) Bu konuda büyük bir iyimser olduğumu öne sürmek istemiyorum ama olması gerekenin bu olduğuna inanıyorum. İnsanlığın karanlık bir tarafı da var; ve bu durum, kısmen bunun bir parçası. Hangi seçimi yapacağız? Bununla yüzleştiğimizde nasıl devam edeceğiz? Bunun önceden belirlenmiş olduğunu düşünmüyorum ve önümüzde büyük bir ahlaki drama cereyan ediyor.

Bütün bunlara nasıl yanıt verdiğimiz ve bunların yaygınlığı arasında bir bağlantı olduğu fikri neredeyse ölüm kalım sorunu.

Buna tamamen katılırım. Gerçekten bu düzeyde var olan bir sorun ve ahlaki buyruk algımızın bir parçası olacak kadar büyük. Bunun epidemik hastalıklar tarihinin devasa bir parçası olduğunu düşünüyorum.

Konu daha fazla iç karartıcı hale gelmeden daha hafif bir soru sormama izin verin…

Evet, bu tür ilgilerim olduğu için özür dilerim. Kızlarım protesto ediyor.

Yapılan müdahalenin insanlık için ilham verici bir şeyler ortaya koyduğu salgınlar var mı?

Kesinlikle. Salgınların kendimize ayna tuttuğunu söylediğimde, sadece insanlığın karanlık yanını göstermediğini düşünüyorum. Hastalıklar insanlığın destansı yanını da gösterir. Ebola krizindeki Sınır Tanımayan Hekimler iyi bir örnek. Bilerek, çıkar gözetmeksizin ve hiçbir ödül olmaksızın saf bir biçimde, dünyadaki en zayıf insanların hayatlarını ve sağlığını savunmaya adanmış oldukları için, hayatlarını ve geleceklerini ortaya koyma tarzları hayranlık verici. Sınır Tanımayan Hekimler dünyanın birçok yerinde bunu her gün yapıyor ve hatta şimdi pek çoğu Çin’deler. Bunun en yüksek nitelikleri açığa çıkaran bir şey olduğuna inanıyorum. Gerçekten de bu büyük olaylar hakkında romanlar yazıldı. Bunlar edebiyatımızı ve kültürümüzü etkiledi. Camus’nün Veba romanını, İtalyan romancı Alessandro Manzoni’nin Nişanlılar’ını düşünüyorum. Manzoni, vebalı evlere giden ve sürüsünün en yoksul ve hasta insanlarına bakmak için hayatını ortaya koymaya gönüllü olan Milan Başpiskoposu Kardinal Borromeo’dan söz eder.

Olumlu anlamda müdahale eden dünya liderleri ya da rejimler veya salgından sonra ortaya çıkan olumlu siyasi değişiklikler konusunda ne söylemek istersiniz?

Yeni Dünya’da köleliğin sonu aklıma geliyor. Bunun yanı sıra Haiti ayaklanmasının ve Toussaint Louverture başarısı bilhassa sarıhumma tarafından belirlendi. Napolyon Haiti’ye köleliği yeniden getirmek için büyük donanmayı gönderdiğinde, köle ayaklanması başarıya ulaştı. Çünkü Afrika’dan getirilen köleler, Napolyon’un ordusundaki beyaz Avrupalıların sahip olmadığı bağışıklığa sahipti. Bu Haiti’nin bağımsızlığına önayak oldu. Ayrıca ABD’lilerin bakış açısından düşünecek olursak, bu durum Napolyon’un Fransız gücünü Yeni Dünya’ya yaymaktan vazgeçmesine ve 1803’te ABD’nin yüzölçümünü ikiye katlayan Louisiana’nın Satışı konusunda Thomas Jefferson’la hemfikir olmasına neden oldu.

Soruyu tersyüz edecek olursak, bu hastalıkların varlığı, siyasi tahakkümle ne kadar sık el ele yürüdü ya da siyasi tahakkümün bir bahanesi olarak kullanıldı?

Bu hastalıkların siyasi tahakkümün bir parçası olduğunu ya da öyle görüldüğünü düşünüyorum. On dokuzuncu yüzyılın sadece ayaklanmaların değil siyasi tahakkümün de hakim olduğu korkunç bir dönem olduğuna ikna oldum. Örneğin Fransa’da, özellikle Paris’te, 1848 Devrimi’nde ya da Paris Komünü’nden sonra insanların katledilmesi. Bunun bu kadar kanlı ve zalimce olmasının kısmen nedeni, yönetici konumundakilerin, işçi sınıfının siyasi aynı zamanda tıbbi olarak da tehlikeli olduğunu görmesiydi. İşçi sınıfının, toplumun tümü üzerine felaketleri boca etmesi fazlasıyla olasıydı. Bunun, tehlikeli sınıflar metaforunun gerçekten bir parçası olduğunu düşünüyorum. Paris Komünü bastırıldıktan sonra 1871’deki katliamın zalimliğine yol açtığını düşünüyorum.

Çin’in halihazırdaki bu korona virüse tepkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu gerçekten ilginç bir soru. Uzun uzun ve yoğun biçimde kafa yormamız gerekeceğini düşündüğüm bir soru. Gerçekten karmaşık olan bir dizi görünüme sahip. İlki Çinliler tarafından 23 Ocak’ta devreye sokulan yöntemler, askerler ve polislerle coğrafi alanları ve toplulukları kuşatarak uygulanan topyekûn bir karantina olan, karantina hattını (cordon sanitaire) devreye sokmaları. Bu örnekte yaklaşık on bir milyonluk bir kent olan Vuhan’da ve etrafında, neredeyse altmış milyon insanın yaşadığı Hubei Eyaleti’nde karantina uygulamaya karar verdiler.

Bu veba önlemlerine geri dönen ve Ebola epidemisi dahil birçok kez tekrarlanan bir şey. Karantina hattıyla ilgili sorun, hantal olmasıydı. Bir balyoz gibi çok yavaş ve kamu sağlığının temel unsuru olan enformasyonu çökertir biçimdeydi. Bunun anlamı, karantinayla tehdit edilen insanlar otoriteyle işbirliği yapmaz. Bu nedenle yetkililer artık ne olup bittiğini bilmez ve insanlar kaçar. Bu da epidemiyi yayar. Çin hükümetinin daha başlangıçtaki müdahalesinin bu olduğunu görünce şaşırıp kaldım. Bu, veba yıllarından beri geliştirilen, bireylerin vaka bulgularını, ardından izlerinin sürülmesini ve yalıtımını vurgulayan kamu sağlığı normlarına aykırı bir yöntem.

Bu nedenle dehşete kapıldım ve en kötüsünü umdum. Rejimin yavaş yavaş seyri değiştirmeye başladığı ortaya çıktı. Zaman geçtikçe Çinlilerin, halkın işbirliğini sağlamaya çalışarak, bir anlamda ilk günlerin zararını telafi etmek için veri toplamak konusunda aşırı gayretli olduğu görüldü. Bu öykünün bir müdahaleden daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Tamamen kötü değildi ve tamamen iyi de değildi.

Çin’deki durumu olağanüstü kamu sağlığı tedbiri olarak öven DSÖ’nün müdahalesini pek de desteklemiyorum. Bu beni korkutuyor. Bu, güçlü adamların yönettiği diğer rejimlerin ve diğer ülkelerin karantinayı dayatması gerektiği anlamına mı geliyor? Bu Ebola için Batı Afrika’da denendi ve işe yaramadı. Beni korkutuyor. Alınması gereken dersin bu olduğunu düşünmüyorum. Muhtemelen Çin’de çok iyi işlemeyen daha nüanslı bir yaklaşım. Gerçekten Xi Jinping, yeterince tuhaf bir biçimde DSÖ’nün aksine, hatalar yapıldığını, seyrin değiştirilmesi gerektiğini ve hatalardan ders çıkarılması gerektiğini söylemeye istekli. Bunun, Çin’in yapmaya muktedir olduğu şey olduğunu düşünüyorum.

Bu ilginç çünkü daha önce DSÖ’nün, en azından üyelerinin, insanları ortak insanlıklarını bulmaya çağırdığını söylüyordunuz ama aynı zamanda, onların en azından başlangıçta bir biçimde insanlık dışı olan bir müdahaleyi övmeye istekli olduğunu söylüyorsunuz.

Evet. Bunu savunmuyorum ama anlayabildiğimi söyleyebilirim. Çünkü bu Dünya Sağlık Örgütünün en geniş üyesini ve sıra dışı bir krizin ortasındaki bir ülkeyi yabancılaştırmak korkunç olabilirdi. Bu nedenle, bunun neden meydana geldiğini anlayabiliyorum. Aynı zamanda topyekûn dürüstlük, kanıt üretimi, iletişimin yanı sıra kamu sağlığına, veri tabanı gerçeklere dayalı, bilimsel yaklaşımlar üzerine çok miktarda vurgu yapıldı. Çin’in müdahalesinin ilk aşamalarında olan bu değildi. Bunun daha sonra etkisi oldu.

Zamanda biraz geriye gidersek, sanatçıların epidemilere nasıl tepki verdikleri konusunda genel temalar bulunuyor mu?

Epidemiler hakkında öğrendiklerimden biri, her hastalığın farklı kişilikler gibi olduğu. Her biri tikel ve birbirinden farklı. Hastalıklar birbirinin yerini alabilir ama ölüm nedenleri değil. Bu her bireyin doğasına ve toplumların ve sanatçıların onlara nasıl tepki gösterdiğine bağlı. Bu hastalıkların kaç kişiyi öldürdüğüne, insanları eziyet ederek öldürüp öldürmediğine, çocukları ve gençleri öldürüp öldürmediğine, geride yetimler bırakıp bırakmadığına, tanıdık bir hastalık olup olmamalarına ya da dışarıdan gelip gelmemelerine bağlı.

Veba örneğinde ölümlülük ve ani ölüm sorunları harekete geçirdi. Sanatçılar özellikle Avrupa kıtasında tepki gösterdi. Katolik ülkelerde esas itki, hastalığı bu yaşamın geçici ve kesinlikten yoksun olduğunun bir hatırlatıcısı olarak görmekti. Ölümün aniliği temasına, yani herkesin ayaklarının yerden kesildiği ölüm dansına (danse macabre) büyük bir önem verildiği görülebilir. Elbette kum saatinin, kemiklerin ve vanitatem’in (Ölüm ve değişim simgelerini, onların kaçınılmazlığının hatırlatıcısı olarak, içeren on yedinci yüzyıl Hollanda natürmort resim tarzı; ç.n.) kullanımlarına da.

İncil’de yazdığı gibi, “Beyhudelikler beyhudesi, diyor Vaiz, her şey beyhude.” Burada bunun muazzam bir algısı ve yaygın bir biçimde tasvir edilen veba azizlerine tapmak için de bir algı bulunmakta. Bu (dindarlık kültü, ani ölüm teması, tövbe ve veba sizi aniden yok etmeden önce, işlerinizi ve ruhunuzu düzene sokma) Avrupa’nın dört bir yanında görülebilir. Bunun, Avrupa sanatının ikonografisinde dönüştürücü bir etkisi oldu. Hatta bunu, Ingmar Bergman’ın Yedinci Mühür adlı filminde, Bergman’ın 1957’de endişelendiği şeyin, yani vebanın nükleer savaş için bir metafor olduğu yirminci yüzyılda görebilirsiniz. Veba hakkında söz ettiğim her şeyin, filmin sonunda yer alan ölüm dansı dahil, filmde var olduğu görülebilir. Azrail tablolarının gelmekte olduğunu görebilirsiniz; ve bu gerçekten, ölüme bu sanatsal yanıtın sürekliliğinin bir örneği.

Diğer hastalıklar farklı tepkilere neden oldu. Veremin romantik dönemde, on dokuzuncu yüzyılda ne kadar farklı olduğundan söz edilebilir. Bu gerçekten tuhaf. Çünkü bana göre verem, ölmek için en ürkütücü ve acılı yol. Son aşamasında nefessiz bırakır ve buna rağmen diğer taraftan güzel olduğu düşünülen operanın kadın kahramanları yüceltilir. Ya da Tom Amcanın Kulübesi sadece kölelik hakkında değildir. Aynı zamanda verem hakkındadır.

Verem neden yüceltildi sizce?

Gülümseteceğini umduğum bir şey söylemek istiyorum ama buna nihai bir yanıt verebilmeyi de istiyorum. İnsanlar komik yaratıklar, öyle değil mi? Yapılan her şey kolayca anlaşılabilir değil ama vebaya gelince bu herkesi etkileyen bir hastalıktı. Bunun hayati önemi haiz olduğunu düşünüyorum. Dünyanın sonu, kıyamet günüydü, nihai mahşerdi. Diğer yandan verem zamanında, insanlar bazı şeylerin doğru olmadığını düşündü. Onlar hastalığın seçkinlerin, sanatçıların, güzelliğin, saflığın (on dokuzuncu yüzyılın başındaki tıp doktrinleri onlara bunu öğretmişti) hastalığı olduğunu ve insanları çok daha güzel kıldığını düşündü; bu nedenle model kadınları veremli yaratıklara dönüştürmeye çalıştı. Toulouse-Lautrec’in veremli insanlar gibi soluk tenli görünmek için yüzüne pirinç tozu süren, anoreksik görünümlü bir kadını betimleyen tablosunu gördünüz. Rafael öncesi sanat görüşünü benimseyen sanatçılar (Pre-Raphaelites) verem hastası olan modelleriyle evlendi. Victor Hugo arkadaşına, bir yazar olarak tek büyük kusurunun, verem olmamak olduğunu, bu nedenle asla olabileceği kadar büyük bir yazar olamayacağını anlattı.

Kültür üzerine düşünen ve yazan Arthur C. Jacobson, on dokuzuncu yüzyılın sonunda, verem geri çekilirken, ABD’nin sanat, bilim ve kültürde bir krizle yüzleşeceği fikrine sahipti. Çünkü verem zamanında var olan dehalar artık olmayacaktı.

Bu olağanüstü.

Bilim konusunda Luddite (teknoloji karşıtı, makine kırıcılar; ç.n.) değilim ama bilimler zaman zaman ters akıntıya sahip olur ve bu hastalıkların mikrop kuramının ters akıntılarından biridir. Mikrop kuramı fiilen yoksulları damgalamaya yardım etti. Kuram, veremin güzel sınıfların değil kirli ve yoksul olan çirkin sınıfların bir hastalığı olduğu konusunda ısrar etti. Burada tüm yorum değişiyor. Yirminci yüzyılın başındaki André Gide’nin “Ahlaksız”ına bakacak olursanız, kendi verem hastalığını, olabilecek en adi ve tiksindirici şey olarak görür. Güzel hastalık fikri sonsuza dek gözden kaybolur ve verem hiçbir zaman eskisi gibi olmaz.

Burada son verelim: Birkaç gün önce, bir grup sağlık görevlisinin Beyaz Saray’a gidip Başkan Trump’ı övmeye ve olan bitenler hakkında konuşmaya karar vermesinde gördüğümüz gibi bir epidemiye, trajedi ve komediyi birleştiren bir müdahaleye tanıklık ediyor olabiliriz. Tarihte, epidemiyle kötü ya da muhtemelen trajikomik bir biçimde baş etmeye çalışan deli kralların ya da çılgın yöneticilerin eğlendirici öyküleri var mı?

Evet, tamamen komik olduğundan emin değilim ama askerlerinin yaşamlarına değer vermeyen Napolyon’un kendi yönetimini yıkan hastalıklara karşı tepkisi kara mizah tarzında trajik ve groteskti. Bu nedenle Batı Hint Adaları’na sarıhummanın gelişinden kişisel bir hakaret olarak söz edebiliyordu.

Bunun yeniden görebileceğimiz bir şey olduğunu düşünüyorum. Tarih retrospektif açıdan bir komedi olarak görülebilir ama ABD’de epidemi bağlamında gelecek yıl olabileceklerin eğlenceli olabileceğini düşünmüyorum. Görebildiğim kadarıyla, hiçbir şey denetimlerin olmadığı bir sırada, “Ah, soğuk algınlığından daha fazlası değil, her şey denetimimiz altında,” diyen Beyaz Saray’daki yetkililere sahipler ve bilime bile inanmayan insanlara yetki verdiler.

Salgınlar ve solipsizm (tekbencilik) insan doğasının fethedemediği iki şeydir.

Bu konuda size katılıyorum.


 Isaac Chotiner The New Yorker yazarı


Frank M.Snowden Yale Üniversitesinden emekli Tıp tarihi profesörü


Derleme: Tanju Aşanel Düzeltme: Deniz Vural

Bir Yorum Yazın