NEDEN OKUNMALI? Giorgio Agamben, kovid-19 salgınına ilişkin “komplocu” denebilecek şüpheci bir tavırla ve günümüz rejimlerinin bu salgında “istisnayı kurala dönüştürme” üzerine kurulu yönetim stratejileri için yeni bir dayanak bulduğunu öne sürmüştü. “Kutsal İnsan” ve “İstisna Hali” kitaplarıyla günümüzün en önemli filozoflarından olan Agamben’in geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı bu veciz yazısındaysa Nietzsche’den Foucault’ya göndermeler eşliğinde bugüne kadar kendi yazdıklarına da değinen farklı bir üslup görüyoruz.

Okuma Süresi: 10 dakika

Ev yanarken yaptığım hiçbir şeyin anlamı yok.

Ev yanarken yaptığım hiçbir şeyin anlamı yok. Yine de ev alev aldığında bile eskisi gibi devam etmek, hatta belki kimse fark etmese bile her şeyi öncesinden daha özenle ve dikkatle yapmak gerek. Belki hayatın kendisi yeryüzünden silinecek, iyisiyle kötüsüyle yapılanlardan herhangi bir anı kalmayacak. Ama sen, önceden olduğu gibi devam edeceksin. Değişmek için çok geç, artık daha fazla zaman yok.

Çevrende olup bitenler artık seni ilgilendirmez. Sonsuza kadar geride bırakmak zorunda olduğun bir memleketin coğrafyası gibi. Yine de bu seni nasıl etkiliyor? Tam olarak artık seni ilgilendirmediğinden, her şey bitmiş gibi göründüğünden, her şey ve her yer, en hakiki kisvesinde görünür. Bir şekilde hepsi seni daha derinden etkiler. Tam da oldukları gibi, görkem ve sefillik.

Şairlerin dili her zaman ölü bir dildir

Felsefe, ölü bir dil. “Şairlerin dili her zaman ölü bir dildir… İtiraf etmesi tuhaf ama düşünceye daha fazla hayat vermek için kullanılan ölü bir dil.” Belki ölü bir dil değil de bir lehçe. Felsefeyle şiirin, dilden daha eksik olan bir dille konuşmaları, sahip oldukları mertebenin, onlara özel hayatiyetin ölçüsü. Dünyayı bir lehçeye göre ölçüp biçmek, her şeye rağmen yeniden akan ve içinde bir virgülün bile değiştirilemeyeceği ölü bir dile göre ölçüp biçmek… Şimdi evini ateş sarsa da bu lehçeyi konuşmaya devam et.

Hangi ev yanıyor? Yaşadığın ülke mi, Avrupa mı, yoksa tüm dünya mı? 

Hangi ev yanıyor? Yaşadığın ülke mi, Avrupa mı, yoksa tüm dünya mı? Belki de evler ve şehirler, çok zaman önce devasa bir yangında çoktan yanıp yıkıldı da biz görmezden geldik. Çoğunun kalıntıları; duvar parçaları, bir fresk, bir çatı parçası, isimler, alevler tarafından kemirilmiş pek çok isim. Yine de biz hepsini hiç bozulmamış görünmesi için baştan sona badana ve sahte sözcüklerle dikkatlice örtüyoruz. Sanki hâlâ dimdik ayakta duruyorlarmışçasına, baştanbaşa yanmış evlerde ve şehirlerde yaşıyoruz. İnsanlar sanki geçmiş bir dönemin tanıdık semtlerindelermiş gibi harabelerde yaşıyor ve maskeler içinde dolaşıyorlar.

Bugün alev şeklini ve doğasını değiştirdi. Dijital, görünmez ve soğuk oldu. Ama tam da bu nedenle daha da yakın ve bizi her an çepeçevre kuşatıyor.

Bir medeniyetin (bir barbarlığın) bir daha asla yükselemeyecek biçimde batabilmesi yeni bir şey değil. Tarihçiler bu duraksamaları ve gemi enkazlarını tanımlamaya ve kaydetmeye alışkınlar. Ama bir dünyanın harabeye dönüşüne, bir cumhuriyetin, sağduyusu da onuru da olmadan yalnızca sefalet ve korku içinde çökmekte oluşuna, gözlerimiz bağlı, yüzümüz örtülü halde nasıl tanıklık edebiliriz? Körlük daha da çaresiz çünkü kazazedeler kendi enkazlarını kendilerinin yönettiklerini iddia ediyorlar. Her şeyin teknik olarak kontrol edilebileceğine, ne yeni bir tanrıya ne de yeni bir gökyüzüne ihtiyaç olmadığına, sadece yasaklara, uzmanlara ve doktorlara ihtiyaç olduğuna yemin ediyorlar. Panik ve kötülük.

Sona geldiğini, artık yaşamının bittiğini hisseden bir kültür, çok iyi bildiği tek bir yöntemle çürümesini yönetmeye çalışır: kalıcı bir “istisna hali” yoluyla. 

Ne duaların ne de fedakârlıkların söz konusu olmadığı bir Tanrı ne olurdu? Ne emir ne de icraat bilmeyen bir kanun ne olurdu? Ne anlamı ne de bir hükmü olan ama gerçekten başlangıçta (aslında başlangıçtan daha önce) korunan bir kelime nedir?

Sona geldiğini, artık yaşamının bittiğini hisseden bir kültür, çok iyi bildiği tek bir yöntemle çürümesini yönetmeye çalışır: kalıcı bir “istisna hali” yoluyla. 

Jünger’in zamanımızın en temel özelliği olarak gördüğü topyekûn seferberlik bu perspektiften anlaşılmalı. İnsanlar seferber edilmeli, kendilerini her an olağanüstü hal durumunda hissetmeli, hayatları böyle bir acil durum ilan etme yetkisini elinde bulunduranlar tarafından en ince ayrıntısına kadar düzenlenmeli. 

Ancak geçmişte insanları bir araya getirmeye çalışan seferberlik, bugün onları izole etmeyi, birbirlerinden uzaklaştırmayı hedefliyor.

Peki, ev ne zamandan beri yanıyor? Ne kadar oldu yanmaya başlayalı? 

Peki, ev ne zamandan beri yanıyor? Ne kadar oldu yanmaya başlayalı? Kuşkusuz bir asır önce, 1914’le 1918 arasında. Avrupa’da bir zamanlar sağlam ve canlı kalmış gibi görünen her şeyin üzerine alevler ve çılgınlık yağdıran bir şey oldu. Sonra otuz yıl sonra alevler tekrar her yere yayıldı ve o zamandan beri közlerin altında hiç durmadan yanmaya devam ediyor. Ama belki de yangınlar çok daha erken, insanlığın kurtuluşa ve ilerlemeye yönelik kör inancının, alevlerin ve makinelerin gücüyle birleşmesiyle başladı. Bunların hepsi çok iyi biliniyor ve tekrarlamaya gerek yok. Onun yerine, her şey yanarken yaşamaya ve düşünmeye nasıl devam edebileceğimizi kendimize sormalıyız; ateşin ortasında ya da kenarlarında bir şekilde hâlâ bozulmadan kalan şey ne olabilir? Alevlerin içinden nasıl nefes alabildik, ne kaybettik ve hangi enkaza (hangi iddialara) sarıldık? Artık alevler değil, sadece sayılar, rakamlar ve yalanlar olduğuna göre, şüphesiz daha zayıf ve daha yalnızız; ama şimdi kendimizi herhangi bir olası ödün vermeden, daha önce hiç olmadığımız kadar berrak buluyoruz.

Sanki iktidar, her ne pahasına olursa olsun, kendi yarattığı çıplak hayatı ele geçirmenin peşinde

Temel mimari sorunun ancak yangının harap ettiği evde görünür hale geldiği doğruysa, o zaman ancak şimdi Batı’nın tarihinde neyin tehlikede olduğunu, neyi kavramak için bu kadar çaba gösterdiğini ve neden yenilmeye mahkûm olduğunu görebiliriz.

Sanki iktidar, her ne pahasına olursa olsun, kendi yarattığı çıplak hayatı ele geçirmenin peşinde; ama onu kontrol etmek ve kendine mal etmek için her türlü araçla (artık sadece polis kuvvetiyle değil, teknolojinin ve tıbbın araçlarıyla da) ne kadar çabalarsa çabalasın, o hayat hep elinden kaçıyor çünkü tanımı gereği elle tutulabilir değil. Çıplak hayatı yönetmek: zamanımızın çılgınlığı bu. Saf biyolojik varoluşlarına indirgenmiş insanlar, artık insan değildir; o zaman, insanların ve şeylerin yönetimi çakışır.

Diğer ev, asla yaşayamayacağım ama gerçek evim olan ev; diğer hayat, yaşadığımı düşünürken yaşamadığım hayat; diğer dil, tek tek hecelerini telaffuz ederken asla konuşmayı beceremediğim dil. Hepsi de o kadar kendime aitler ki onlara asla sahip olamıyorum…

Düşünce ve dil bölündüğünde, konuştuğumuzu unutarak konuşabileceğimize inanırız. Şiir ve felsefe konuştuklarında konuştuklarını unutmazlar, dili hatırlarlar. Eğer dili hatırlarsak, konuşabileceğimizi unutmazsak, o zaman daha özgür oluruz. Artık şeylere ve kurallara bağlı değilizdir. Dil bir araç değil, yüzümüzdür, içinde bulunduğumuz açıklıktır.

Yüz, en insani şeydir. İnsanların, salt ağızları veya burunları değil, yüzleri vardır; çünkü açıkta yaşarlar; çünkü kendilerini yüzleri aracılığıyla gösterir ve iletişim kurarlar. Yüzün siyasetin alanı olmasının nedeni budur. Politik olmayan çağımız kendi yüzünü görmek istemiyor, onu belli bir mesafede tutuyor, maskeliyor ve kapatıyor. Artık yüzler olmamalı, sadece sayılar ve şekiller olmalı. Zorbanın bile yüzü yok.

Canlı hissetmek: kendi duyarlılığından etkilenmek, onu üstlenmeden veya ondan kaçınmadan kendi hareketine bağlı olmak. Yaşadığımı hissetmek, bir kafese kapatılmış olsam bile benim için hayatı mümkün kılıyor. Ve hiçbir şey bu olanak kadar gerçek değil.

Önümüzdeki yıllarda sadece keşişler ve suçlular olacak. Yine de bir kenara çekilip, dört bir yanımızı saran dünyanın enkazından kurtulabileceğimize inanmak olanaksız. Çünkü çöküş bizi etkiliyor ve bizi de hedefliyor, çünkü biz de molozuz. Ve bu molozu nasıl doğru bir biçimde kullanacağımızı dikkatlice, fark edilmeden öğrenmeliyiz.

Yaşlanmak: “artık dallarda değil, sadece köklerde büyümek.” 

Yaşlanmak: “artık dallarda değil, sadece köklerde büyümek.” Bundan sonra yaprak ve çiçek açmak değil, yalnızca kök salmak. Ya da daha ziyade, yaşadıklarının üzerinde sarhoş bir şekilde kelebek gibi süzülmek. Geçmişte hâlâ dallar ve çiçekler var. Ve hâlâ onlardan bal yapabilirsiniz.

Yüz, Tanrıyla birlikte, ancak kemikler ateist. Dışarıda her şey bizi Tanrı’ya doğru iterken, içeride iskeletin inatçı, alaycı ateizmi.

Bedenle ruhun ayrılmaz bağı; tinsel olan bu. Tin, ruhla beden arasındaki üçüncü bir şey değil, sadece onlar arasındaki kaçınılmaz, muhteşem çakışma. Biyolojik hayat bir soyutlamadır. Bizim yönettiğimizi ve iyileştirdiğimizi iddia ettiğimiz tam da bu soyutlamadır.

Bizim için tek başımıza kurtuluş yok, kurtuluş mümkün çünkü başkaları da var. Bu herhangi bir ahlaki sebepten, başkalarının iyiliğini düşünerek hareket etme gereğinden değil. Sadece ben yalnız olmadığım için kurtuluş var, kendimi ancak diğerleri arasında öteki olarak kurtarabilirim. Tek başıma (ve bu yalnızlığın özel gerçeğidir) kurtuluşa ihtiyacım yok, ben tanım gereği kurtarılamazım. Kurtuluş, yalnız olmadığım için, çoğulluk ve çokluk olduğu için mümkün.

Vücut bulan Tanrı, eşsiz olmayı bıraktı ve diğerleri gibi bir insan oldu. Bu nedenle Hıristiyanlık, tarihe bağlanmak ve kaderini sonuna kadar izlemek zorunda kaldı. Ve bugün olduğu gibi tarih ortadan kaybolup çürüdüğünde, Hıristiyanlık da son günlerine yaklaşıyor. Çaresiz çelişkisi, tarih boyunca, tarihin ötesinde bir kurtuluş aradı ama şimdi bu sona erdiğinde ayağının altındaki zemin kayıyor. Kilise, gerçekte kurtuluşla değil, kurtuluş tarihiyle dayanışma içindeydi ve “kurtuluş” [salvezza ] aradığı için tarih boyunca ancak “sağlık” [salute ] ile sonuçlanabilirdi. Ve zamanı geldiğinde Kilise, sağlık için kurtuluşu feda etmekte tereddüt etmedi.

Artık kurtuluşu tarihsel bağlamından koparmak ve bizzat tarihten bir çıkış sağlayacak tarihsel-olmayan bir çoğulluk keşfetmek gerek.

Başka bölgelere girmeden bir yeri veya durumu geride bırakmak, yenilerini benimsemeden geride bir kimliği ve ismi geride bırakmak gerek.

Geçmiş dediğimiz şey, sadece şimdiye doğru uzun bir geri çekilmemizden ibaret.

Geçmişte ileri doğru dümdüz ilerlerken, şimdiye doğru yalnızca gerileyebiliriz. Geçmiş dediğimiz şey, sadece şimdiye doğru uzun bir geri çekilmemizden ibaret. Bizi geçmişimizden ayırmak, iktidarın ilk çaresi.

Bizi yükten kurtaran şey nefes alışımız. Nefes alırken ağırlıksızız, yerçekimine maruz kalmaksızın uçuyormuş gibi hareket ediyoruz.

Yargılamayı sıfırdan öğrenmemiz gerekecek; ancak ne cezalandıran, ne ödüllendiren, ne affetmeyen ne de kınayan bir yargıyla. Varoluşu, haksız ve yanlış olmaya mahkûm amaçlardan arındıran, amaçsız bir edim olarak.

Sadece bir kesinti, zaman ve sonsuzluk arasında dengelenmiş bir an. Amaçsız ve plansız bir hayatın imgesinin, adı ve anısı olmadan parladığı ve bu nedenle sonsuzlukta değil, “bir tür sonsuzlukta” kurtuluşa götürdüğü bir an. Önceden belirlenmiş ölçütleri olmayan bir yargı ama yine de tam da bu nedenle yaşamı doğallığına geri döndürdüğü için siyasi olan bir yargı.

Gerçeklik, ardında neyin mümkün olup olmadığını, neyi yapıp yapamayacağımızı algıladığımız perdedir.

Hissetmek ve hislere sahip olmak, duyumsamak ve kendini sevmek eşzamanlıdırlar. Her duyumda bir duygu, kendimizle ilgili her duyguda bir başkasının duygusu, bir dostluk ve bir yüz vardır.

Gerçeklik, ardında neyin mümkün olup olmadığını, neyi yapıp yapamayacağımızı algıladığımız perdedir.

Çocukluk arzularımızdan hangisinin yerine getirildiğini söylemek kolay değil. Ve her şeyden önce, yerine getirilmiş olan arzularımızın, artık yerine getirilmeye yaklaşmış kısmının bizi yaşamaya devam etmeye ikna etmesi için yeterli olup olmadığı tartışılır. Arzularımızın karşılanmayan kısmı ölçüsüz biçimde büyüdüğünde, ölüm korkusu ortaya çıkar.

“Sığırların ve atların dört toynakları var. Ben buna ‘Cennet’ derim. Atlara yular takmak, sığırların burunlarını delmek. Buna insan derim. Bu nedenle diyorum ki: İnsanın içinizdeki ‘Cennet’i mahvetmemesine dikkat edin; bir kasıtla yapılanın, göksel varlığı mahvetmemesine dikkat edin.”

Yanan evde dil hayatta kalır. Dil değil de onu koruyan ve hatırlayan çok eski, zayıf ve tarih öncesi kuvvetler: felsefe ve şiir. Nedir dikkat ettikleri, nedir dil hakkında hatırladıkları? Şu ya da bu anlamlı önerme veya şu ya da bu inanç ya da inançsızlık beyanı değil. Daha ziyade, dilin olduğu gerçeği. Bir isim olmadan ismin içinde açık olduğumuz ve bu açıklıkta, bir jestte, bir yüzde, bilinemez ve ifşa olduğumuz gerçeği.

Şiir, kelime, henüz konuşmayı bilmediğimiz o zamandan beri bize kalan tek şey, dilde karanlık bir şarkı, tam olarak anlayamadığımız ama dinlemekten vazgeçemediğimiz bir lehçe veya deyim… Ev yansa bile, kavurucu dillerinde insanlar saçma sapan konuşmaya devam ediyor.

Ama tıpkı bir şiir dili olduğu gibi bir felsefe dili de var mıdır? Tıpkı şiir gibi, felsefe de tamamen dilin içinde yaşar ve kendisini yalnızca varoluş biçimiyle şiirden ayırır. Dil alanında, ancak bir noktada kesişen ve durmadan yeniden ayrışan iki gerilim. Açıkça ve dürüstçe konuşan herkes kendini bu gerilime çeker ve orada yaşar.

Evin yandığını fark etmemiz bizi diğerlerinden üstün kılmıyor, tam aksine, alevler yaklaşırken son bir kez bakışmanız gerekecek insanlar onlar.

Evin yandığını fark edenler, farkına varmayan akranlarına küçümsemeyle ve aşağılamayla bakmaya yönelebilir. Ve yine de bu kayıtsız ve düşünmeyen insanlar, mahşer gününde görmeniz ve hesabınızı vermeniz gereken lemurlar değil midir? Evin yandığını fark etmemiz bizi diğerlerinden üstün kılmıyor, tam aksine, alevler yaklaşırken son bir kez bakışmanız gerekecek insanlar onlar. Neredeyse masum denebilecek kadar her şeyden habersiz bu insanlara vicdanınızın sesini duyurmak için ne söyleyebilirsiniz ki?

Yanan evde daha önce yaptığınız şeyleri yapmaya devam edersiniz, ama yardım edemezsiniz. Sadece alevlerin size bu kadar çıplak bir şekilde gösterdiğini görürsünüz. Yaptığınız şeyde değil, onu açığa vurma şeklinizde bir şeyler değişir. Yanan bir evde yazılan şiir daha haklı ve gerçektir; çünkü onu kimse duymaz; çünkü hiçbir şey onun alevlerden kaçmasını sağlayamaz. Ama şans eseri bir okuyucu bulacak olsalar bile, onları çaresiz, açıklanamaz, boğuk gürültüden kendilerine seslenen şeyden yine de kaçamazlar. 

Hakikati, ancak duyulma şansı olmayanlar, sadece alevler tarafından amansızca yok edilen bir evin içinden konuşanlar dile getirebilir.

Bugün insanlık, kumsala çizilen ve dalgaların sildiği bir yüz gibi yok oluyor

Bugün insanlık, kumsala çizilen ve dalgaların sildiği bir yüz gibi yok oluyor; ama onun yerine geçen şeyin bir dünyası yoktur artık. İktidarın ve bilimin hesaplamalarının insafına kalmış, tarihi olmayan çıplak ve sessiz bir yaşamdan ibarettir. Ama belki de ancak bu enkazdan başlayarak, yavaşça ya da aniden başka bir şey ortaya çıkabilir. Kesinlikle bir tanrı değil, ama başka bir insan da değil, yeni bir hayvan, belki başka bir şekilde yaşayan bir ruh…


Giorgio Agamben


Makalenin özgün hali “Quodlibet” internet sitesinde İtalyanca yayınlanmıştır. Makaleyi “Enough is Enough” internet sitesindeki İngilizce çevirisinden Türkçeleştiren: Tanju Aşanel Düzeltme: Deniz Vural


Bir Yorum Yazın