“Cassandra” eminim ki pek çoğunuz için hiç de yabancı bir isim değil. Özellikle Yunan mitolojisine düşkünseniz, Cassandra’nın hüzünlü öyküsünü de çok iyi biliyorsunuzdur. Bilmeyenler için yine de bir hatırlatma yapalım.

Cassandra Truva’nın son kralı Priamos ve Hekabe’nin kızı. Dolayısıyla Hekabe, Hektor ve Paris’in de kardeşi. Güzelliği dillere destan olan Cassandra, geleceği önceden bilmeyi ve rahibe olmayı çok istemektedir. Tanrı Apollon, bu güzeller güzeli kızı görür görmez ondan çok etkilenir ve ona bir teklif sunar. Eğer Cassandra, Apollon’la birlikte olursa, ona geleceği görme yeteneği bahşedilecektir. Cassandra bu teklifi kabul eder. Apollon, Cassandra’nın ağzına tükürür ve ona artık geleceği görebileceğini söyler.

Ne var ki Cassandra verdiği söze rağmen, Apollon’la birlikte olmak istemez çünkü bakire bir rahibe olmak istemektedir. Bunu öğrenen Apollon, duruma çok sinirlenir ve Cassandra’yı lanetler. Artık Cassandra geleceği görecek ama kimseyi buna inandıramayacaktır. Lanetin etkisiyle Cassandra, Truva Savaşı’nı ve savaşın sonucunu önceden bilmesine rağmen, söylediklerine kimseyi inandıramaz. Tersine aşağılanır, yalnızlaştırılır. Çaresizlikle, savaşın başlamasını ve bitmesini izlemek zorunda kalır. Hatta Agamemnon tarafından esir alınır ve onun cariyesi olmaya zorlanır. Rahibe olmak isteyen bir kadın için bu durum, cezaların en ağırıdır.

Cassandra’yla birlikte ülkesine dönmekte olan Agamemnon’un gemisi, karısının görevlendirdiği askerler tarafından durdurulur. Agamemnon, Cassandra ve diğer cariyelerle birlikte oracıkta öldürülür. Cassandra, aslında bile bile ölüme sürüklenir ve büyük ihtimalle bu durumu mutlak kurtuluşu olarak kabullenir.

Psikolojide “psiko-mitolojik” terimlere sıklıkla yer verildiği bir gerçek. Cassandra ve onun hüzünlü hikayesi de psikolojik bir rahatsızlığın adı olarak karşımıza çıkar. Kişinin geleceği görerek, başkalarını uyarmaya çalışması; ancak sözlerine kimseyi inandıramaması durumuna “Cassandra Sendromu” veya “Cassandra Kompleksi” denmektedir. Bu sendroma yakalanmış kişiler, gelecekte yaşanacak sözde felaketleri etraflarındaki insanlara haber vererek önlemeye çalışırlar ve haliyle söylediklerine kimseyi inandıramadıkları için çok fazla etkilenip üzülürler.

Zor günler yaşadığımız şu dönemde, ister istemez insanın aklına bu sendrom ve neredeyse yirmi yıldır insanlığı, yaklaşmakta olan felaketle ilgili uyarmaya çalışan bilim insanları geliyor.

Larry Brilliant adı pek çokları için bir anlam ifade etmeyebilir ama size 2011 yapımı Contagion filminden bahsetsem, belki biraz hafızanızın çalışmasına yardımı olur. Ne de olsa pandeminin ilk haftalarında en popüler filmdi, değil mi?

Larry Brilliant bu filmin “kıdemli teknik danışmanı.” Film dünyayı etkisi altına alan bir salgın hastalıkla ilgili olunca, bir epidemiyoloğun da danışman kadrosunda olması çok normal. O yıllarda diğer “felaket” filmleriyle aynı kategoride görülen film, pek çok kişi için klasik bir “Cassandra Sendromu” vakasıydı. Oysa Bay Brilliant, bu filmden neredeyse beş sene önce, 2006 yılında bir TED konuşmasında tüm dünyaya avazı çıktığı kadar yaklaşmakta olan büyük tehdit hakkında uyarılarda bulunuyordu ve yalvarıyordu: “Gelin, salgın hastalıkları önceden fark etmemize yardım edecek küresel bir sistem kuralım.”

Biraz düşününce Larry Brilliant’ın bilim dünyasının tek “Cassandra”sı olmadığını fark edeceksiniz. Su krizi, iklim krizi, türlerin yok olması, açlık, doğal felaketler gibi pek çok konuda sesini duyurmaya çalışan binlerce bilim insanı var. Kendimizi, elimizin altındaki yüksek çözünürlükteki dünyaya öylesine kaptırmış vaziyetteyiz ki; onların sesi cılız bir çığlıktan öteye geçemiyor. Komik videoları veya asla sahip olamayacağımız hayatların fotoğraflarını bu gibi değerli insanların çağrısına tercih ediyoruz. Fakat ne zaman başımıza bir felaket gelse, bu gerçek kahramanları hatırlıyor ve kimi zaman da manevi bir ihtiyaçla onlara “kâhin” sıfatını takıyoruz.

1999 İstanbul depremini kaçınız yaşadınız bilemem ama ben o geceyi ve ardından geçen sıkıntılı haftaları hayatım boyunca unutabileceğimi sanmıyorum. O deprem bizlere, sadece insan yapımı şehirlerin tabiat karşısında ne denli aciz olduğunu öğretmekle kalmadı, İstanbul’un benzer şekilde 7.0 ve üzeri depremlere gebe bir kuşağın üzerinde olduğunu da hatırlattı. Şimdi 21 yıl sonra İstanbul’da ne değişti diye sorarsanız, daha fazla binamız ve daha az deprem toplanma alanımız var. Pek çok deprem uzmanı, yine Cassandra misali, sesleri yettiğince yönetenleri uyarmaya çalışıyor; ama bizler bir sonraki felakette “kahinlere” ihtiyacımız olana dek, onları duymamayı tercih ediyoruz.

Bir zamanlar gelecek söz konusu olduğunda yeni kuşakların “anlam çağı” diyebileceğimiz bir aydınlanma dönemine er ya da geç gireceklerinin hayalini kurardım. Son yaşadığımız tecrübe şunu açıkça ortaya koyuyor ki; insanlık, hırs ve kibrinden arınmadıkça anlam tek başına yeterli olmayacak. Cehalet ve vurdumduymazlık, yeni normalde bağnaz liderliği, güce tapınmayı devam ettirecek gibi görünüyor. Tüm bunların panzehiriyse, “anlamın” yanına bilimi eklemek olacak. Var olma bilmecesini çözebilen insanlığın çevresiyle ve evrenle barış içerisinde yaşayabilmesi, ancak bilimin rehberliğinde mümkün görünüyor. Bu da modern dünyanın yeni Cassandra’larına, yani bilim insanlarına kulak vermemizi gerekli kılıyor.

Pek çok “fütüristin” gelecek kurgusu, daha şimdiden çökmüş vaziyette. Herkes geleceği kendince normalleştirme sevdasında. Uzaktan erişim, sosyal mesafe, konum tabanlı algoritmalar ve Netflix girdabında, yeni bir normalin temellerini atmaya çalışıyoruz. Güney yarıküreden sevimsiz haberler gelmeye başlayana dek, tek tasamız tatil için ödediğimiz erken rezervasyon paraları olacak belli ki. Pandemi döneminde, Avrupa’nın göbeğinde sınıfta kalan insanlık, bakalım yakın gelecekte nasıl bir sınav verecek?

Belki de geleceği kurgulamaya buradan başlayabiliriz…

Nuri Sevsem Gürvardar Kapak Resmi: Hüma Birgül

Bir Yorum Yazın