NEDEN OKUNMALI? Amerika, geçtiğimiz yüzyıl boyunca popüler kültürün kalesiydi. ABD kaynaklı olmayan yapımlar neredeyse yok hükmündeydi. Şimdilerde ise pek çok kimsenin aklında şu sorular var: Popüler kültür üzerindeki Amerikan egemenliği sona mı eriyor? Acaba son darbeyi de korona virüs salgını mı vuracak? 92. Akademi Ödülleri’nde en iyi film Oscar’ını Güney Kore yapımı “Parazit” adlı film kazandı. YouTube’da tüm zamanların en çok izlenen müzik klibi, 7 milyarlık rekor izlenmeyle “Luis Fonsi”nin “Despacito”su. Şayet ABD, çoğu zaman olduğu gibi, dünyanın dört bir yanındaki yetenekleri bir araya getirip onlarla harika yapımlar ortaya çıkarmaya devam ederse, bu yine iyi bir şey olur. Ancak milliyetçilik ve acımasız oportünizm Amerika’nın geleceğiyse, dünyanın geri kalanı onsuz yaşayabileceğine pekala karar verebilir. Amerika Amerikan rüyasına inanmayı bıraktıysa bundan bize ne?
Okuma süresi: 11 dakika
Trump, kovid-19 ve dijital yayın servisleri, ülkenin kültürel egemenliğini zayıflatırken, boşluğu dünyanın dört yanından sanatçılar doldurmaya başladı.
Geçen ay sinema için, korona virüs sonrası yeniden uyanış gibiydi. Maske, sosyal mesafe ve hijyen kuralları eşliğinde vizyona giren Tenet filmi ilk haftasında 53 milyon dolarlık gişe geliri elde etti. 41 ülkede vizyona girdi ama ABD bunlardan biri değildi. Çünkü ülkede pandeminin kötü yönetilmesi nedeniyle, California ve New York gibi bazı kilit pazarlar dahil, çoğu bölgede sinemalar hâlâ kapalıydı.

Üstüne üstlük, o hafta dünya çapında en yüksek gişe hasılatını yakalayan film Tenet değil, Çin yapımı, oldukça yüksek bütçeli bir savaş filmi olan The Eight Hundred (Sekiz Yüz) oldu. Filmin 69 milyon dolarlık hasılat elde etmesinde, 70 bin sinema salonunun bulunduğu Çin’de, ABD’nin aksine, salonların çoğunun yeniden açılmış olmasının da payı vardı. Dünyanın kültür alanındaki süper gücü ABD’nin, daha önce rakiplerinden bu şekilde daha zayıf duruma düştüğü pek görülmüş bir şey değildi.
ABD artık popüler kültürün kalesi değil
“Amerika, geçtiğimiz yüzyıl boyunca popüler kültürün kalesiydi. ABD kaynaklı olmayan yapımlar neredeyse yok hükmündeydi. Başka ülkelerde üretilen yerli filmler, televizyon programları veya müzik, genellikle gelişmişlik, ihtişam ve etki açısından Amerika’nın üretimiyle karşılaştırıldığında soluk kalıyordu. Diğer ülkelerden arada bir Amelié gibi bir film ya da ABBA gibi gruplar çıkabiliyordu. Ortak dil nedeniyle, İngiltere bundan biraz faydalanıyordu belki ama; o da okyanustan kıyıya vuran Amerikan pop kültürü parçalarıydı.
Şimdilerde ise pek çok kimsenin aklında şu sorular var: Popüler kültür üzerindeki Amerikan egemenliği sona mı eriyor? Acaba son darbeyi de korona virüs salgını mı vuracak? Geçtiğimiz ay Rolling Stone dergisi için bir makale kaleme alan antropolog Wade Davis, “Kovid Amerikan istisnai yanılsamasını yerle bir etti,” yazdı. ABD’nin işlevsiz ve yetersiz bir hükümet tarafından yönetilmekte olduğunu belirten ve salgın kaynaklı ölümleri de büyük ölçüde hükümetin politikalarına bağlayan Davis’e göre gelinen nokta, ülkenin dünyadaki üstünlük iddiasının da trajik bir şekilde sona ermesine yol açmış oldu.
Salgının kontrolden çıkması yetmiyormuş gibi, ABD bugün ekonomik gerileme, eşitsizlik ve ırkçılık sorunlarıyla da karşı karşıya. Ülkede artık kültür kavramı, her şeyden önce savaş bağlamında tartışılır durumda. Donald Trump, 2015 yılında yaptığı bir konuşmada, Amerikan rüyasının öldüğünü söylemişti. Başkanlık koltuğuna oturduğundan bu yana yerine getirdiği tek vaadi bu.”
En iyi film Oscar’ını ilk kez yabancı bir film aldı
Bu gidişat salgından önce de kendini göstermeye başlamıştı. 2020’nin başlarında Amerika’nın kültürel üstünlüğü bir darbe daha aldı. 92. Akademi Ödülleri’nde en iyi film Oscar’ını Güney Kore yapımı “Parazit” adlı film kazandı. Böylece Oscar tarihinde ilk kez yabancı dilde çekilmiş, yani İngilizce olmayan bir film, en iyi film ödülünü kazanmış oldu. Bu sonuçtan haliyle pek memnun olmayan Trump, duygularını şöyle dile getirdi: “En iyi film ödülünü Güney Kore’den bir film aldı. Bu da nereden çıktı şimdi? Rüzgar Gibi Geçti tarzı filmleri geri getirebilir misiniz lütfen?” Parazit’in yönetmeni Bong Joon-ho’nun Altın Küre ödüllerinde yaptığı şu yorumsa, çok daha isabetliydi: “İki buçuk santim yüksekliğindeki altyazı engelini aşarsanız, daha bir sürü muhteşem filmle tanışabilirsiniz.” O baraj kapakları artık açık. Üstelik sadece filmler için değil. Küreselleşme çift yönlü bir süreç; ve dolayısıyla, ABD bugün artık kendi kültürünü ihraç ettiği kadar, başka ülkelerin kültürlerinin de alıcısı konumuna gelmiş durumda.

Farklı kültürlerin yapımları revaçta
Televizyon tarafındaysa, paralı yayın hizmetlerinin giderek yaygınlaşmasıyla birlikte, dünya genelindeki izleyiciler de ABD kökenli olmayan yapımlara daha fazla erişim olanağına kavuşurken, dil engeli de yıkılmaya başladı. Mesela ABD’de Money Heist adıyla yayınlanan İspanyol yapımı La Casa de Papel dizisini ele alalım. Eskiden olsa, Amerikalı bir kanal dizinin haklarını satın alır ve New York’ta Amerikalı oyuncularla yeniden çekerdi. Fakat bu kez Netflix orijinal yapımı yayınlamayı tercih etti ve sonuç itibarıyla dizi dünya çapında büyük başarı elde etti.

Bugün halen çok sayıda kaliteli Amerikan yapımları üretilmeye devam ediyor; ancak bu yapımlar artık Dark gibi Alman bilim-kurgu dizileri, Fauda gibi İsrailli casusluk hikayeleri, Sacred Games gibi Hint polisiyeleri, hatta Sex Education gibi İngiliz gençlik komedileriyle doğrudan rekabet içinde. Bir de Narcos gibi görünüşte “Amerikan” olan diziler var ki bunlar, altyazı engelini izleyiciye fark ettirmeden aşmayı başarıyor. Şöyle ki ABD’nin Latin Amerika’daki uyuşturucu savaşlarını yarı kurgu bir senaryo bağlamında ele alan Narcos’ta diyalogların çoğu İspanyolca. Netflix’in başarısının anahtarlarından biri de şirketin piyasaya bol bol Amerikan kaynaklı içerik pompalamak yerine, yapımları bölgesel olarak üretme stratejisi oldu. Bu, aynı zamanda yerel sektörlerin canlanmasını da sağladı.
ABD müzik sektöründe de öncülüğü kaybetti
“Yayıncılık alanındaki devrim, müzik sektöründe de benzer bir etki yarattı. Geçmiş yıllarda ABD bu alanda da egemen pozisyondaydı. Başlıca müzik şirketlerinin çoğu elindeydi; MTV ondaydı, gerçek anlamda başarılı olabilmek için Amerikan piyasasında yer edinmeniz şarttı (üzgünüm Oasis). Oysa bugün dünyanın en çok ses getiren müzisyenleri deyince, Bloomberg tarafından “dünyanın en büyük pop yıldızı” seçilen Porto Rikolu rapçi Bad Bunn veya geçtiğimiz iki yılda ABD müzik listelerinde dört ayrı albümle zirveyi gören, stadyum konserlerine Amerikalı ve İngiliz hayranlarının akın ettiği, hatta birçok hayranının sırf şarkı sözlerini anlayabilmek için, Korece öğrenmeye başladığı Koreli müzik grubu BTS akıllara geliyor. Ağustos ayında ilk İngilizce albümleri olan Dynamite’ı piyasaya çıkaran BTS, ABD’de anında müzik listelerinin bir numarasına yerleşti.

YouTube’da tüm zamanların en çok izlenen müzik klibi, yedi milyarlık rekor izlenmeyle Luis Fonsi’nin Despacito’su. Üstelik Justin Bieber’ın çıkardığı İngilizce versiyonu değil, İspanyolca olanı. Bir zamanlar sadece bölgesel olarak bilinen Kore popu ve reggaeton gibi müzik türleri, bugün internet sayesinde tüm dünyaya ulaşıyor. İnternet sayesinde, Kolombiyalı J Balvin, İspanyol Rosalia, Nijeryalı Burna Boy ve Fransız Christine and the Queens gibi şarkıcı ve grupların ünü uluslararası sınırları aşıyor. ABD’li sanatçılar da bu isimlerle birlikte işler yapmak için sıraya giriyorlar.
Genellikle, siyasi ve ekonomik güç merkezlerinin kültürel alana da egemen olduğu söylenebilir. Illinois Devlet Üniversitesi’nde siyaset profesörü olan ve “Küreselleşme ve Amerikan Popüler Kültürü” kitabının yazarı Lane Crothers, ABD’nin dünyanın kültür ihracatçısı olmaya hazır olduğunu söylüyor. Crothers, “Film ve müzik endüstrilerinin ne zaman geliştiğini düşünün. ABD’ye çok büyük bir göçmen nüfus geldiği için muazzam ekonomik büyüme ve muazzam kültürel çeşitlilik dönemleriydi,” diyor. “Örneğin, 1907’de New York’ta popüler olacak bir şey üretecekseniz, bunu zaten küresel olarak çeşitlilik gösteren bir izleyici kitlesi için üretecektiniz. En azından Avrupa ve Batı yarımküre bağlamında. Bu nedenle programlamayı kültürel ve dilsel gelenekler boyunca insanlar için erişilebilir hale getirmenin bir yolunu bulmak gerekiyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası küresel olarak satış yapma fırsatı ortaya çıktığında, ABD kültürü zaten bol miktarda pratik yapmıştı.”
ABD, bilhassa İkinci Dünya Savaşı sonrasında popüler kültürün yumuşak güç uygulamalarına odaklandı. Dünyaya karşı çizmek istediği imaj kafasında gayet netti. Özgür dünyanın lideri ve refah, fırsat, sağlık ve mutluluğun ülkesi olarak görülmek istiyordu. “Düzen karşıtı” denilen rock müzik bile Soğuk Savaş döneminde Sovyetlere karşı stratejik bir unsur olarak görülüyordu. Düşünün bir kere, siz olsanız hangisini tercih ederdiniz? Komünist halk müziğini mi Prince ve Guns N’ Roses’ı mı? Sovyet propaganda filmlerini mi Beverly Hills Cop’u mu? Amerikan rüyası hem ulusu bir arada tutan bir tutkal hem de bir ihracat kalemiydi.
Dünya genelinde ekonomiler büyürken, ABD’nin kültürünü ihraç edeceği müşterilerinin sayısı da arttı. Ancak bu durum belli tavizleri de beraberinde getirdi. Örneğin, bugün Hollywood’un gelirinin %60-70’ini uluslararası gişe hasılatı oluşturuyor. Çin, son on yılda dünyanın ikinci büyük sinema bölgesine dönüşürken, Hollywood da bu cazip pazarı gözünde dolar işaretleriyle izliyor. Amerikan sinema endüstrisi, filmlerde Çinli oyunculara küçük roller vererek yerel izleyiciyi memnun etmenin yanında, Çin’de hangi yabancı filmlerin vizyona gireceğini ve ne kadar süre gösterimde kalacağını denetleyen Komünist Parti hükümetini kızdırmamaya giderek daha fazla özen gösteriyor. Bu da LGBTQ+ hakları, Tibet, Tiananmen Meydanı, Sincan, Tayvan gibi tartışmalı yerel meselelerin, daha doğrusu her türlü siyasi referansın senaryolardan çıkarılması demek. Top Gun’da Tom Cruise’un canlandırdığı Maverick karakterinin montundaki Tayvan bayrağının, 2021’de gösterime girmesi beklenen devam filmi Top Gun 2’de sessiz sedasız yok edilmesi buna bir örnek.
Sonuç olarak, Hollywood yapımlarının içerikleri, artık Amerikan tarzı bir ifade özgürlüğüne dayalı olarak değil, Çin tarzı bir oto sansürle belirleniyor. Nitekim PEN Amerika’nın geçtiğimiz ay yayınladığı sert raporda bu duruma dikkat çekilerek, Çin’in uyguladığı sansürlerin, dünya genelinde vizyona giren filmlerin içeriklerinin ya da vermek istedikleri mesajların belirlenmesinde etkili olduğu ifade ediliyor.
Hollywood Amerikan değerlerini terk ederken, Çin de gişe rekortmeni yerli filmler çekmekte gittikçe ustalaşıyor. Nitekim kısa bir süre önce vizyona giren (ve tam da bu dönemin ruhuna uygun olarak, işgalci dış güçlere karşı savaşan cesur Çinli askerlerin hikâyesini anlatan) Sekiz Yüz’ün elde ettiği başarı da bu filmlerin en az Hollywood’daki emsalleri kadar karmaşık olduğunun ve dahası yerli izleyiciyi çok daha iyi kavradığının bir göstergesi.
2019’da sinema tarihinde ilk kez dünya genelinde gişe hasılatı en yüksek 20 filmden dördü Çin yapımıydı. Söz konusu filmler neredeyse sadece Çin sınırları içerisinde oynadı ve üstüne üstlük Çin henüz gözünü tam anlamıyla yurtdışına dikmiş bile değil. Ama bunun olması an meselesi. Geçtiğimiz ay Çin hükümeti, yerli bilim-kurgu filmleri çekmeyi, vatanseverliğin bir gereği olarak nitelendiren bir yazı yayınladı. Gerçi diğer taraftan, yazıda filmlerin “Xi Jinping Felsefesine uygun şekilde” çekilmesinin istenmesi, Çin filmlerinin ihracat cazibesini düşürebilir de. Hindistan, Güney Kore ve Japonya gibi başka örneklerde de tanık olduğumuz üzere, yerel film sektörü geliştikçe Hollywood pastadaki payını kaybediyor. Korona virüs salgını bu durumun daha da kötüleşmesine neden oldu.
Çin’deki sinema salonları, ABD’dekilerden önce açılırken, Hollywood da buradan gelir elde etmenin peşinde. Sıradaki proje de Disney’in canlı çekim Mulan uyarlaması. 200 milyon dolar bütçeli film, tamamen Çin pazarını hedefliyor. Disney, yine pandemi yüzünden Mulan’ı ABD’de gösterime sokmayacak, onun yerine dijital yayın platformlarına verecek. Ancak film, Çin’de vizyona girecek ve başrol oyuncusu Liu Yifei’nin Hong Kong emniyetini destekleyen açıklamaları üzerine, demokrasi yanlısı hareketlerin başlattığı boykot çağrılarına rağmen, gişede başarılı olacağına şüphe yok. Zaten reji koltuğunda Yeni Zelandalı yönetmen Niki Caro’nun oturduğu, Çinli bir kahramanın öyküsünü konu alan, tüm oyuncuları Çinli olan, Çin’de geçmekle birlikte, büyük bölümü Yeni Zelanda’da çekilen Mulan’ın ne ölçüde bir Amerikan filmi olduğu da tartışılır doğrusu.
Amerikan kültüründe bugünün cazip hikâyeleri
Aslında aynı şeyi, “Amerikan kültürünün” büyük bölümü için söylemek mümkün. Parazit’ten önceki son on yılda en iyi yönetmen ödülünü kazananların arasında sadece bir Amerikalı var, o da La La Land’in yönetmeni Damien Chazelle. Kalanlar Meksikalı, Tayvanlı ve Avrupalı. Görünüşe göre, filmlerde ve televizyonlarda izlediğimiz Amerikan hikayelerinin çoğu ya Star Wars ve Game of Thrones gibi bilim-kurgu ve fantezi üzerine kurulu ya da Stranger Things gibi izleyiciyi Amerika’nın altın çağı olarak anılan 20. yüzyıla geri götürüyor.
Günümüz Amerikan kültürünün şu anda izleyicide heyecan uyandıran tek alanı ise Afroamerikalılar ve kadınlar gibi geçmişten bugüne yeterince temsil edilmemiş kesimler. Mesela, Barry Jenkins, Greta Gerwig, Ryan Coogler, Ava DuVernay gibi yapımcı ve yönetmenlerin işleri. Veya Get Out ve The Purge gibi korku filmlerinden Joker’in distopik hikayesine, Childish Gambino sahne adıyla da bilinen şarkıcı ve oyuncu Donald Glover’ın ırkçılığı hicveden hip hop klibi This Is America’dan Making a Murderer gibi gerçek suç hikayelerine, doğrudan ülkeyi eleştiren yapımlar. Amerikan rüyasına gerçek anlamda öykünen hikâyeler pek yok. Belki Keeping Up With the Kardashians’ı sayabiliriz.
Amerika’nın ölümüne dair tahminlerde bulunmak için henüz çok erken. Unutmayalım ki yapım ve dağıtım araçlarının neredeyse tamamı ABD’nin tekelinde. Film stüdyoları da aynı şekilde. Bunlara Netflix, Amazon Prime Video, HBO, Apple TV+, Disney+, YouTube, Facebook ve sahipleri İsveçli olmakla birlikte merkezi ABD’de bulunan Spotify gibi sosyal medya ve dijital yayın platformları da dahil. Şayet ABD, çoğu zaman olduğu gibi, dünyanın dört bir yanındaki yetenekleri bir araya getirip, onlarla harika yapımlar ortaya çıkarmaya devam ederse, bu yine iyi bir şey olur.
Ancak milliyetçilik ve acımasız oportünizm Amerika’nın geleceğiyse, dünyanın geri kalanı onsuz yaşayabileceğine pekala karar verebilir. Amerika Amerikan rüyasına inanmayı bıraktıysa, bundan bize ne?
