NEDEN OKUNMALI? 200.000 yıl boyunca yaşam mücadelemiz için doğayı kendi lehimize ve gereksinimlerimize göre şekillendirdik ama bu sürecin sadece son dönemlerde biyo-çeşitlilik üzerinde korkunç etkileri olmaya başladı. Her gün yaklaşık 350 km2 yağmur ormanı yakılarak yok ediliyor. Ağır metal kirliliği, asitleşme, aşırı avlanma ve turizm, okyanuslar açısından felaket yarattı. İrlandalı Marksist yazar Linda Kehoe dünyanın karşı karşıya bulunduğu tükeniş krizini ele alıyor.

Okuma süresi: 10 dakika

Dünyamızda yaşam 3,8 milyon yıl önce başladı; ve dünyayı yaşanılması mümkün olmayan bir kaya parçasından, olağanüstü biyo-çeşitliliğe sahip bir gezegene çevirdi.

Hawaii Üniversitesi’nce yapılan bir araştırmaya göre, dünyamızı ve onun sınırlı kaynaklarını 8,7 milyon canlı türüyle ve onların kendi içindeki sayısız genetik farklılıkla paylaşıyoruz. Biz insanlar dünyadaki biyokütlenin sadece yüzde 0,01’ini oluşturuyoruz ancak dünyanın düzenine etkimiz bu rakamın çok ötesinde. İnsan toplumu, yaşayabilmek için biyolojik çeşitliliğe muhtaç olmasına rağmen, dünyamızın altıncı kitlesel yok oluşuna yol açıyor.

Yok oluş

Bazı türlerin tükenmesi doğaldır. Türler belirli bir çevreye uyum sağlayacak şekilde evrilir ve belirli bir zamanda o çevrenin koşullarına daha iyi uyum sağlayan bir başka türe yerini bırakabilir. Çevre şartlarının değişmesi evrimleşip uyum sağlamalarına izin vermeyecek kadar hızlı ve aşırı olduğunda türler yok olur. Fosillerden elde edilen verilerin gösterdiğine göre, buzul çağları, okyanusların oksijensizleşmesi, dev boyutta yanardağ patlamaları ve göktaşlarının dünyaya düşmesi gibi doğal felaketler sonucunda dünyanın tarihinde beş defa kitlesel yok oluş (tüm canlı türlerinin %75’inin yok olması kastediliyor) yaşanmıştır. 65 milyon yıl önceki “Kretas-Tersiyer (KT) büyük yok oluşu” dinozorları ortadan kaldırmasıyla bilinir. Bu beş olay dünyamızı o kadar büyük ölçüde etkiledi ki bunları jeolojik çağların işaretleri olarak kullanıyoruz. Günümüzde yaşanmakta olan yok oluş hızına bakarsak, günde ortalama yirmi türün tükendiğini görürüz. Bu, doğal olan yok oluş oranından 10.000 ila 100.000 kat daha fazla olduğu için bilim insanları yeni bir jeolojik çağ ilan ediyor: Antroposen Çağı.

İnsanlar doğal/içsel olarak yok edici midir?

Her ne kadar Avrupalıların ataları, Avrupa hayvan varlığının yok oluşuna katkıda bulunmuş olsa da (40 kg üzeri büyük memelilerin yarısından çoğunun ortadan kalkmasına yol açan 50.000-3.000 yıl önceki Dördüncü Megafauna yok oluşu), kaderci bir biçimde kaçınılmaz ve saf olarak yıkıcı olduğumuz iddiası doğru değil. Biz insanlar 200.000 yıl boyunca yaşam mücadelemiz için doğayı kendi lehimize ve gereksinimlerimize göre şekillendirdik ama bu sürecin sadece son dönemlerde biyo-çeşitlilik üzerinde korkunç etkileri olmaya başladı.

Bu kriz nereden çıktı?

İnsan toplumunun biyo-çeşitlilik üzerindeki olumsuz etkisi aslen şu unsurlardan oluşuyor:

– Habitatın ortadan kaldırılması: Biyoyüzeyin %50’den fazlası tarımsal kullanıma dönüştürüldü.

– İşgalci türler: Bir habitata yeni yırtıcı ve rakip canlıların getirilmesi.

– Kirlilik: Su, hava ve toprak kalitesinin bozulması.

– Nüfus: İnsan topluluklarının kıtalar üzerinde yayılması ve büyümesi.

– Aşırı tüketim: Sürdürülemez büyüme ve kullanım düzeyleri.

Biyo-çeşitlilik azalıyor çünkü biz zaten gergin olan sistemlere yeni stres unsurları ekliyoruz. Bilim insanları türlerin birbirlerine bağımlılığını, nüfus döngüsü grafikleri ve besin ağları kullanarak gösteriyor. Ve bu grafikler besin düzeyleri ve çevresel stresler eklendiğinde daha da karmaşık hâle geliyor. Örneğin basit bir tilki-tavşan döngüsünü ele alalım; tilkilerin yırtıcı faaliyetleri tavşan miktarını azaltır, bu da tilki sayısında azalmaya neden olur, bunun sonucunda tavşan sayısı tekrar artabilir. Fakat sisteme ikinci bir yırtıcı (gelincik), hastalık (myxamatosis), bir rakip (sika geyiği), normalden şiddetli ve uzun geçen bir kış (iklim değişikliği) ya da otların azalması (toprakların tarıma ayrılması) vb. eklendiğinde sistemin dinamikleri değişir. Yok oluş krizinin kökünde insan toplumunun bütün besin ağlarını etkilemesi yatıyor, ağların hepsi çöküyor.

Ne değişti? İnsan binlerce yıldır var

İnsanlık 12 bin yıl önce, son buzul çağının sonunda tarıma başladı ve beş bin yıl önce de ilk büyük uygarlıklar ortaya çıktı. Tüm kıtalara yayıldık, sayımız arttı ve doğayı kendimiz için kullanmakta daha becerikli hâle gelerek, gündelik ihtiyaçlarımız için gerekli olandan fazlasını üretmeyi başardığımızda, toplum artık-değerin denetimi etrafında düzenlendi. En kritik nokta, 500 yıl kadar önce insanlığın biyo-çeşitliliği yaşamak için kullanmaktan, kâr etmek için kullanmaya geçişi oldu. İki yüz yıl önce başlayan sanayi devrimi bunu daha da hızlandırdı ve türlerin geniş ölçekli yok oluşu gerçekleşmeye başladı.

Açgözlü kapitalist

Bir üretim biçimi ve toplumsal düzen olarak kapitalizm, insanların çevreye zarar vermesine gereksinim duyar: Kendi üretim şartlarının ortadan kalkmasına neden olmak pahasına sonsuz bir biçimde genişlemek zorundadır ve bunun sonucunda yaşamın yok oluşu krizine yol açan kaotik bir dünya düzeni ortaya çıkarır.

Kapitalizm hiçbir sınır tanımayan sonsuz ve sınırsız bir dürtüyü barındırır: Rakiplerini alt edemeyen her şirket iflas eder. Meyve ve sebzeler besinlerin sadece %2’sini oluşturuyor. Çünkü piyasanın talepleri doğrultusunda şeker, çay ve kahve besin değerine sahip diğer ürünlerden daha çok ekonomik kazanç sağlıyor. Büyük İrlanda Kıtlığında yurt içi tahıl üretimi yurt dışına satılmıştı. Çin’de 1950’lerde yaşanan kıtlık, çelik üretimini tahıl üretimine tercih eden ekonomik politikalardan kaynaklanmıştı. 

Avrupa’da ve batı dünyasındaki neoliberal politikalar ormansızlaştırma, fosil yakıtların çıkarılması ve yakılması, sınırlı kaynakların aşırı kullanılması ve aşırı tüketim gibi uygulamalara yol açtı.

Neyi kaybediyoruz?

Yaşamı, tek tek türlerin sayısı ve biyosferde ne kadar yaygın olduklarıyla ölçebiliriz. Genel olarak biyo-çeşitlilik, ekvatora yakın kısımlarda kutuplara göre daha fazla ve karalarda okyanuslara göre daha fazladır.

İnanması zor gelebilir belki ama her gün yaklaşık 350 km2 yağmur ormanı yakılarak yok ediliyor. Balık türlerinin yarısının 1970’lerden bu yana ortadan kalktığı ve mercan resiflerinin dörtte birinin öldüğü tahmin ediliyor. Balinaların ve diğer deniz canlılarının aşırı avlanmaya maruz kalması denizlerdeki biyokütlenin beşte bir oranında azalmasına yol açtı. Ağır metal kirliliği, asitleşme, aşırı avlanma ve turizm, okyanuslar açısından felaket yarattı. Meksika körfezindeki ölü alan 20.000 km2’ye ulaşmış durumda. Mikro plastikler besin zincirine girerken, büyük plastik parçaları deniz canlılarının boğulmasına neden oluyor ve büyük kitleler halinde su yüzeyinde toplanarak sahillerimize vuruyor. 

Ne önemi var?

Tükeniş krizi hem bir çevre sorunu hem de bir sosyal adalet sorunu. En yoksul ve korumasız olanlarımız çok yakında en çok zararı görecek. Güneydeki biyo-çeşitlilik sorunu ekonomik ve sosyal olarak egemen olan kuzeyin ihtiyaçlarından kaynaklanıyor. Sömürgecilik güneyin zenginliğini ve biyo-çeşitliliğini yağmaladı. Fildişi karaborsasındaki doymaz talep, her gün 100 Afrika filinin öldürülmesi anlamına geliyor. Mineraller, değerli taşlar ve metaller için madencilik yeryüzünün yara bere içerisinde kalmasına yol açıyor. Tarıma elverişli topraklarda yerel pazarlar için gıda üretmek yerine, ihracat için çiçek yetiştirildiğinde, yerel topluluklar açlıkla karşı karşıya geliyor. En sevilen ve ünlenmiş türler bile tehlike altında: Son erkek kuzey Afrika beyaz gergedanı da geçen yıl öldü.

Dünyanın ekolojik sistemleri bize yiyecek, lif, mineral kaynakları, ilaçlar, sanayi ürünleri ve atık sularımızın temizlenmesi, sellerin ve taşkınların sönümlenmesi, kayaçların verimli toprağa dönüşümü, atmosferdeki oksijenin sağlanması, bitkilerin tozlaşmasına yardım ve tarımsal zararlıların kontrolü için yırtıcılar gibi sayısız faydalar sağlar. İnsan varlığı için yaşamsal öneme sahip olan üç temel unsur, yani gıda, temiz su ve barınma, sağlıklı dünya sistemlerine bağlıdır. 

Besin ve Tarım

Arılar ve diğer polen taşıyıcılar, özellikle böcekler, endişe verici bir hızla yok oluyor. İklim değişikliği için acil önlem alınmaması halinde, 2050 yılında dünyanın sebze üretiminin üçte birden de fazla oranda düşeceği tahmin ediliyor. Kıtlık gerçek bir tehdit, şimdiden 780 milyon insan açlıkla yaşıyor.

Yaşayan 7,9 milyar insanın hepsi için dünyanın gıda üretemeyeceği yönündeki genel görüş doğru değil. Mevcut gıda üretimiyle 10 milyar insan beslenebilir; ancak kapitalizm, üretimin üçte birinin (yaklaşık 1,3 milyar ton) atılmasına neden oluyor. Özellikle gelişmiş ülkelerde, tüketici düzeyinde değişim gerekmekle birlikte, bu ziyanın büyük kısmı üretici firmalar düzeyinde gerçekleşiyor. Kapitalist düzende besin maddesi, açlığı gidermek ve yaşamı sürdürmek için biyolojik bir gereklilik değil, kâr sağlamak için bir metadır. Kapitalist gıda üretimi devam ettiği sürece, hem çevre hem de nüfusun yoksul kesimleri kaybedenler olmayı sürdürecek.

Küreselleşme ortalama ailenin ulaşabileceği yiyecek çeşidini çok önemli ölçüde artırdı ve temel vitamin ve mineraller için daha iyi kaynak oluşturan yeni besinler sağladı. Buna rağmen, kapitalist politikalar dünya genelinde insan toplumlarının yediği besinlerin çeşitliliğini azalttı. Tek çeşit ürüne aşırı bağımlılık, kıtlık riskini artırmasının yanı sıra biyo-çeşitliliğin de azalmasına neden oluyor.

Mevcut gıda üretiminin çok büyük çoğunluğu, dünyadaki hakim hayvan ve bitki türleri haline gelmiş olan 18 tür hayvana ve 155 tür bitkiye odaklı olarak gerçekleştiriliyor. Kümes hayvanlarının nüfusu dünyadaki kuş miktarının %70’ini oluşturuyor. İnsanların biyokütlesi (yaklaşık 0,06 Gt C – gigaton karbon) ve evcilleştirilmiş hayvanların biyokütlesi (ağırlıklı olarak sığır ve domuzlardan oluşan yaklaşık 0,1 Gt C) vahşi memelilerin biyokütle miktarının (yaklaşık 0,007 Gt C) çok ilerisinde. Vahşi memelilerin sayısı geçtiğimiz elli yıl içerisinde yarı yarıya ve 5.000 yıl öncesine göre yedi kat azaldı.

Kârından başka şey düşünmeyen kapitalist için bile türlerin kaybı iyiye alamet değil. Yiyeceklerimizin de ilaçlarımızın da önemli bir kısmı bitki ve mantar krallıklarından geliyor.

Mantarlar

Mantarlar gıdadır, mayalarsa ekmek, bira ve başka gıdaların üretimi için temel bir unsurdur. Yenilmesi mümkün olmayan mantarların toksinlerininse, ilaç sektöründe (penisilin ve türevleri) ve bilim alanında birçok kullanım alanı bulunuyor.

Bakteriler

Bakteriler toprağın sağlığı, işleyen bir su döngüsü ve insan yaşamının sürdürülmesi için temel öneme sahip. Bakterilerin “iyi” türleri besinleri sindirmemize, petrol sızıntılarını temizlememize ve patojenleri öldürmemize yardım ederken, “kötü” türleri de bizi hasta eder ve besinleri çürütür.

Bilinen 300.000 tür bitki, dünyadaki biyokütlenin %82’sini oluşturuyor. Bunların sadece 13.000’i potansiyel kullanımları (kereste, yakıt ve kozmetik alanlarının ötesinde) açısından incelenebildi. Bitkisel ilaçlar binlerce yıldır kullanılıyor. Söğüt ağacının kabuğu 2.500 yıldır ağrı kesici ve ateş düşürücü olarak kullanılıyor. Kimyagerler etken maddeyi ancak 1850’lerde ayrıştırdı ve 1899 yılında Aspirin piyasaya sürüldü. Haşhaş milattan önce 3400 yılından beri yetiştiriliyor, anestezik, ağrı kesici ve keyif verici madde olarak kullanılıyor. Bunun yanı sıra, başka bitkilerden de (örneğin, yüzyıllardır sıtma tedavisinde kullanılan kininin üretildiği cinchona ağacı, sindirim sorunlarında kullanılan zencefil gibi) tıbbi amaçlarla yararlanıyoruz.

Sonuç

Şu anda gerçekleşmekte olan türlerin büyük yok oluşu, iklim değişikliği ve okyanusların plastik maddelerle dolmasıyla el ele gidiyor. Bütün bunlar John Bellamy Foster’ın, Marx’tan esinlenerek, insanlar ve doğa arasında kapitalizmin açtığı “metabolik uçurum” dediği olgunun mostraları. Bu sorunların çözümü kâra dayalı bir ekonomi çerçevesinde çok zor; otomotiv ve petrol endüstrilerinin, fosil yakıt üretiminden elde ettiği devasa çıkarları düşünün. Bu sorunların hepsi birlikte, egemen sınıfların görmediği derin bir sorunun semptomları olarak görüldüğünde, yani, kapitalizmin doğası gereği insanları doğadan uzaklaştırdığı ve dünyamızı ormansızlaştırmaktan, şehirlerde kirlenmeye ve denizlere atık pompalanmasına kadar binlerce farklı şekilde mahvettiği düşünüldüğünde, kapitalizm temelinde bir çözüm bulunamayacağı çok açık.

Eğer çocuklarımızın ve torunlarımızın, canavarca katledilmiş ve muhtemelen faşist bir gelecek dünyada değil, insanca yaşayabilecekleri bir dünyada yaşamasını istiyorsak, biz uluslararası sıradan insanlar kitlesi olarak üretim biçimlerimizi dünyamızın ve içindeki canlıların korunmasını da sağlayacak şekilde yeniden kurmak ve düzenlemek zorundayız.


Linda Kehoe: Irish Marxist Review


Çeviri: Tanju Aşanel Düzeltme: Deniz Vural

Bir Yorum Yazın